24 Kasım 2013 Pazar

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört


















Yaklaşık üç buçuk aydır hiçbir şey yazmadım buraya. Aslında blog olayını artık bırakmaya da karar vermiştim ama boşluğunu hissetmedim desem yalan olur. Bırakmanın sebebi ise motivasyon eksikliği. Açıkçası okunmadığını ve bu yüzden bırakmaya karar verdiğimi söylemem doğru tanımlama olur. Sonuçta bu yazıları insanların okuması için yayınlıyoruz ve beklediğimizi alamayınca ister istemez hevesimiz kırılıyor. İlgiyle takip ettiğim pek çok blog aynı akıbete uğradı. Ara ara bazı filmler ve kitaplar için bu süreçte bir şeyler yazmayı düşündüm ama bu hamle için George Orwell'ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört kitabını okumam gerekmiş onu anladım. Bir ay kadar önce İstanbul'daydım ve kuzenimle kitaplardan konuşurken mutlaka oku dedi ve direk bir kitapçıya giderek edindik kitabı. Önerisi ve hediyesi için Umay Ablama teşekkür ediyorum.

George Orwell 20.yy İngiliz Edebiyatı 'nın önemli isimlerinden bir tanesi ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ile Hayvan Çiftliği kendini biraz daha belli eden kitapları diyebiliriz. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört okuduğum ilk Orwell romanı oldu ve bugüne kadar okuduğum en iyi kitaplardandı. Umay Ablam da bahsederken favori kitabı olduğunu söylemişti ve bahsettiği kadar hatta çok daha fazlası varmış kitapta. 1903 - 1950 yılları arasında yaşayan Orwell hayatını veremden kaybetmiş ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü yaşamının son döneminde yazmış.

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört geçmişten geleceği görerek yazılmış bir roman. Orwell'ın o yıllarda geleceği bu kadar iyi görebildiğini okumak hayret verici doğrusu. Baskıcı bir rejim söz konusu, tek partili bir yönetim, her yerde her hareketinizi izleyen tele-ekran ve mikrofonlar, rejimin başında bulunan ve her an gözü üzerinizde olan Büyük Birader(Big Brother), düşünce polisi... Bireysellik yok, özgürlük yok, aşk yok, düşünmek yok... Sadece kayıtsız şartsız mutlak itaat söz konusu. Hatta bu kadarı da yeterli olmadığı gibi Büyük Birader'i itaat etmekten hariç sevmek zorundasınız.

Bundan birkaç sene öncesine kadar okumuş olsaydım kuşkusuz kitabın çarpıcılığı bu derece olmazdı. Gezi Parkı Süreci'ni yaşadığımız ve özgürlüklerle ilgili bu kadar çok tartışmanın ve gündemin olduğu son 5-6 aylık dönemde tek partinin hakim olduğu siyasi iktidar, kameralar, telefonların dinlenildiği ve sosyal medya hesaplarının takip edildiği düşüncesi, bireyselliğe müdahale, ötekileştirme ve bunun gibi konularla uzayıp gidebilecek bir listenin derinden ve her an tartışıldığı şu süreçte okunabilecek daha iyi bir kitap olabilir miydi bilmiyorum. 

Kitabın muhakkak ki günümüze etkisi de var. Örneğin yıllar öncesinde ülkemizde "Biri Bizi Gözetliyor" çılgınlığı vardı. Bugüne kadar ki yapılmış reality show formatındaki programlardan en çok ilgi görmüş olanlarındandır. O dönem orjinal formatın adının "Big Brother" yani "Büyük Birader" olduğunu duyduğum zaman verdiğim tepki "ne alaka ya?" olmuştu. Orwell'ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört kitabında yarattığı ve "Big Brother is watching you" sözü ile hafızalarda yer etmiş karakterden uyarlanma olduğunu kitabı okuyunca idrak ettim elbette.

Anlatacak daha pek çok şey var ama ben ciddi anlamda paslanmışım. O yüzden çok uzatmadan bağlayacağım yazının sonunu. Ben 12 Eylül sonrası bu ülkede yetişen şu meşhur apolitik neslin en önemli neferlerinden biriyim. Hatta dünyada uğraşacak bu kadar güzel şey varken insanların neden aktif siyasetle uğraştıklarına da çoğu zaman anlam verememişimdir. Bu hayatı yaşamak adına en önemli şeyin özgürlük ve eşitlik olduğunu düşünüyorum. Bunu sağlamayan herhangi bir siyasi rejimin kalıcı olması pek olası değil ki nüfusun neredeyse yarısının devlete muhbirlik yaptığı Sovyet Rusya'nın bile yakın tarihte dağıldığını düşünürsek sanırım bu tezim yanlış sayılmaz. Bunlar siyaset, bunlar konuşulur, bunları konuşmak zevklidir de ama ben en çok "Big Brother" kavramında ve kitabın rahatsız edici sonunda kaldım. Şu an duvarınızda asılı olan bir tablodan izlendiğinizi düşünsenize. Bir Big Brotherımız olsaydı sizce de korkunç olmaz mıydı? 

6 Ağustos 2013 Salı

Sex, Lies, and Videotape


















Sex, Lies, and Videotape'in hakkında hiçbir şey bilmediğiniz durumda en çekici kısmı ismi olsa gerek. Sex, yalanlar ve videokaset! Hani böyle şey gibi "İyi çocuklar, kötü çocuklar ve duygusal temalı diziler" gibi sanki. Bu cümle nereden aklıma geldi bilmiyorum ama sanırım ağır saçmalıyorum. O yüzden hemen vazgeçeyim yol yakınken ve konumuza dönelim. Sex, Lies, and Videotape'i seyrettim de ben üzerinize afiyet dedim geleyim şuralara birkaç satır bir şey karalayayım. Filmin değişik bir havası var. Vasatın üstünde kalitede ve bir merak içinde filmde kalıyorsunuz sonuna kadar.

Bir Steven Soderbergh filmi Sex, Lies, and Videotape ve aynı zamanda Soderbegh'in ilk uzun metrajlı filmi. 1991 yılı yapımı ve o sene Cannes Film Festivali'nde Steven Soderbergh'e Altın Palmiye'yi getirmiş. Başrollerinde Andie MacDowell, James Spader, Peter Gallagher ve Laura San Giacomo oynuyor. Sex, Lies, and Videotape oldukça düşük bir bütçe ile çekilmiş ve 90'lı yılların en önemli bağımsız sinema yapımlarından biri olarak kabul edilmiş durumda. James Spader da o sene düzenlenen Cannes Film Festivali'nden En İyi Erkek Oyuncu Ödülü ile dönmüş olduğu notunu da aktaralım.     

Ann(Andie MacDowell) evliliğinde hem duygusal hem cinsel anlamda doyuma ulaşamamış bir kadındır. Bununla alakalı olarak terapi bile görmektedir. Ann'in kocası olan John(Peter Gallagher)'un ise Ann'in kız kardeşi Cynthia(Laura San Giacomo) ile ilişkisi vardır. Cynthia ile Ann birbirine zıt karakterde iki kardeştir. Ann kocası ile birlikte daha durağan bir yaşama sahip, güzelliğine rağmen erkekler konusunda pek başarılı olamayan, hayatı kendine göre daha olması gerektiği gibi yaşayan bir kadındır. Cynthia ise bir kadının çekiciliğini sonuna kadar kullanmayı bilen, erkeklerle arası iyi ve hayatı daha günlük yaşayan bir karakterdir. 

Günün birinde John'un çok eski bir arkadaşı çıkagelir. Graham(James Spader) yalnız yaşayan, enteresan bir adamdır. Onun gelişi ile birlikte bu dört karakterin hayatı yavaş yavaş değişmeye başlar. Graham, kadınların cinsellik maceralarını anlattığı kasetler doldurmaktadır ve ufak çapta bir koleksiyonu bile vardır. Bu durum ilk başta Ann'i korkutmuşken, Cynthia'ya heyecanlı gelmiştir. Bu hanımların kendilerine engel olamadıkları Graham ile zaman geçirme istekleri var olan düzenlerini yavaş yavaş değiştirmektedir ve John bu durumdan tahmin edeceğiniz gibi rahatsız olmaya başlar.

Filmde çok ön plana çıkan bir oyunculuk olduğunu düşünmüyorum. James Spader biraz daha kendini belli ediyor olsa da genel olarak oyuncuların hepsi belli bir çizgiyi yakalamış. Filmin ilgi çekici ikili diyalogları var. İlişkiler ve insan karakteri üzerine güzel şeyler izlemeniz mümkün. Çok başarılı bir film olduğunu söylemek zor ama değişik ve ilgi çekici olduğunu söylemek zor değil. Cinselliğe dair farklı bir bakış açısı da bulabilirsiniz. Graham karakterinin videokaset doldurma olayı ise filme daha farklı bir şeyler katmış kuşkusuz. Steven Soderbergh, Ocean 's Serisi, Traffic gibi önemli filmlerle kendine yer edinmeyi başarmış bir yönetmen ve Sex, Lies, and Videotape onun ilk uzun metraj denemesi. İlk film denemesi açısından oldukça başarılı olduğunu söyleyebilirim. Bir ara mutlaka izleyin, enteresan bir deneme olmuş.

12 Temmuz 2013 Cuma

Django Unchained


















Yazmayı bu sefer unutmuştum neredeyse ve bu işin bir alışkanlık olduğunun farkına varmam çok uzun zaman almadı. Ne kadar çok süreklilik sağlarsam bir sonraki için bir o kadar hevesli oluyorum. Django Unchained geçen seneye damgasını vurmuş önemli bir filmdi ve elimin altından kaçırdıklarım içinde sanırım en önemlisiydi. İzlemeyi bu kadar ertelemek adına çok haklı sebeplerim olduğunu düşünüyorum ve yazının ilerleyen kısımlarında bu sebepleri okuduktan sonra bana inceden hak vereceksiniz. Ülkemizde vizyona "Zincirsiz" adı ile girdiğini hatırlatıp detayları anlatmaya başlayalım diyorum. 

Filmin senaristi ve yönetmeni Quentin Tarantino. Başrol kadrosuna gelince Jamie Foxx, Christoph Waltz, Leonardo DiCaprio isimlerini görüyoruz. Bu liste Kerry Washington, Samuel L. Jackson gibi isimlerle uzuyor. Bu size yazdığım ilk Tarantino filmi ve biraz kendisinden bahsedelim. Quentin Tarantino sinemanın gördüğü en farklı kişiliklerden biri kuşkusuz. 90'lı yılların başında başladığı sinema yolculuğunda Hollywood ve Dünya Sineması'na yeni bir soluk getirdiği söylenebilir. 1992 yılında ilk uzun metrajlı filmi olan Reservoir Dogs ile beğeni kazanan Tarantino, 1994 yılında tüm zamanların en kült filmlerinden biri olan Pulp Fiction ile görücüye çıkmıştı. O saatten sonra sinemanın en sıra dışı adamlarından biri olacağını kanıtlamakla kalmamış, tarihin en beğenilen filmlerinden bir tanesini de seyircisiyle buluşturmuştu.  

Günümüzde ise artık her filmi aylar öncesinden merakla beklenen bir isim Quentin Tarantino ve bu büyülü dünyanın tartışmasız en popüler yüzlerinden bir tanesi. Ayak fetişi, abartı şiddet sahneleri(patlayan kafalar, her yere saçılan oluk oluk kanlar vs.), masa başında veya bir odada sonu geldiği zaman başını hatırlamakta zorlanacağınız uzun diyaloglar, karikatürlerden fırlamış karakterler, hemen her filminde görünmeyi pek ihmal etmemesi gibi ayrıntılarla kendi tarzını yaratmayı belki de en çok başarmış yönetmendir. Size anlattığım bütün bu enteresan detaylara ve başarısına rağmen ise nedense hep abartıldığını düşünmüşümdür kendisinin. Filmleri dikkat çekici, tarzı farklı, yeni bir soluk getirdiği bir gerçek ama bunlarla birlikte en iyilerden biri olduğunu hiç düşünmedim.

Filme gelirsek Django(Jamie Foxx) zenci bir köledir ve günün birinde mükâfat avcısı Dr.Schultz(Christoph Waltz) ile karşılaşır. Öldürüp para kazanacağı birkaç adam için Django'nun yardımını alan Dr.Schultz onunla iyi bir ilişki kurar ve karısını bulmak için ona yardım edeceğini söyler. Django'nun karısını bulmak için önlerinde bulunan engel ise Calvin Candie(Leonardo DiCaprio)'dir. Django'nun zenci olmasına karşılık özgür bir adam olması, at üstünde seyahat etmesi gibi ayrıntılar ise bu yolculuğu biraz zor ve enteresan bir duruma sokmaktadır.

Film, tarzıyla önceki Tarantino filmlerinden çok farklı değil. Uzun diyaloglar, abartının abartısı bir şiddet ve kan var ki filmde bir Western filmi olduğunu ve Quentin Tarantino'nun elinden çıktığını düşününce buna çok şaşırmamak gerek, karikatürden çıkmış karakterler... İzlemeden önce herhangi bir blogdan filmle ilgili hiçbir şey okumadım. Duyduklarıma gelince "En az Pulp Fiction kadar iyi" diyeni de duydum "Ben neden zerre kadar beğenmedim" diyeni de. Benim düşüncelerim ise standart bir Tarantino filmi şeklinde. Ne daha iyi ne daha kötü. Oyunculuklardan bahsedecek olursak, çok ciddi bir mücadeleden En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu heykelciğini alarak galip çıkan Christoph Waltz dışında çok göze batan bir performans izlemedim. Waltz'ın bu ikinci Oscar'ı oldu ve ilkini de bir önceki Quentin Tarantino filmi Inglourious Basterds'ta gösterdiği performans ile aldığını hatırlatalım.

Django Unchained'i ben neden bu kadar erteledim peki? Sinema da benim çok ciddi anlamda ön yargılı olduğum iki tane aktör vardır. Yaptıkları her iyi işe, yer aldıkları her başarılı filme rağmen bir türlü ısınmayı başaramadığım iki aktör. Bunlar Jamie Foxx ve Leonardo DiCaprio. Geçmişinde yer alan projelere ve yaşına baktığımız zaman DiCaprio bir efsane olma yolunda oldukça emin adımlarla ilerliyor ama buna rağmen çok yumuşayabildiğim söylenemez. Unforgiven'ı ayrı bir yere koyarsak Western ile de pek barışık olmadığımı düşününce aslında filmi izlemiş olmam bile enteresan karşılanabilir. Her şeye rağmen pek çok sinema takipçisi gibi ben de Quentin Tarantino'dan yine ne çıkacağını her seferinde merakla beklediğim için elbette pas geçmedim Django Unchained'i. 

Her ne olursa olsun iyisiyle ve kötüsüyle bir Quentin Tarantino filmi Django Unchained ve izlemek gerek elbette. Bunun için benim kadar geciken çok fazla yok aranızda biliyorum ama eğer halen izlemediyseniz bunun için zaman ayırmanızı tavsiye ederim. Acele edin, mutlaka izleyin gibi yorumlar için çok uygun olmasa da seyir zevki yüksek, güzel bir film olmuş Django Unchained. İyi seyirler. 

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Stand Up Guys


















Eskisi kadar sık film izlemiyorum artık. Bu durum Genç Adam'a da aynı şekilde yansıyor tabi. Eski yoğunluğunda olmasa bile film izlemeye de devam ediyorum elbet ama bu aralar iyi filmlere denk geldiğimi söylemek çok kolay değil. Stand Up Guys'ı seyrettim bugün ve bloga bugüne kadar hiç Al Pacino filmi göndermediğimi fark ettim. Bir arkadaşımın Serpico yazısını yayınlamıştım ama dediğim gibi benim ilk Pacino yazım olacak Stand Up Guys. Al Pacino favori aktörümdür ve yazının içeriğinde kendisinden de birazcık bahsedeceğim.

Film 2012 yapımı ve yönetmenliğini Fisher Stevens yapıyor. İzlediğim ilk Stevens filmi oldu Stand Up Guys. Lakin filmi enteresan ve dikkat çekici yapan sebep oyuncu kadrosu. Al Pacino, Christopher Walken ve Alan Arkin dersem ne demek istediğimi yeterince anlatabilirim sanırım. Aslında benim için sadece Al Pacino ismi bile yeter de artar bile ama Christopher Walken'ın yanı sıra Alan Arkin'in de karoda olması önemli elbet. 

Konuya gelince Val(Al Pacino), hapisten yeni çıkmış bir hükümlüdür. Onu hapishane çıkışında eski dostu Doc(Christopher Walken) karşılar. Bu yaşlı kurtlar eskiden kabadayıcılık oynayan abilerdir ve yılların heyecanlarından pek bir şey kaybettirdiği söylenemez. Geçmişlerinde üç kişi takılmaktadırlar ve Val'ın hapishaneden henüz çıktığı gece Hirsch(Alan Arkin)'i de yanlarına alarak geceye devam ederler. Abiler ilerleyen yaşlarına rağmen heyecanlarını kaybetmemiş olup birbirlerini de bulunca film tadından yenmez bir hâl alır.

Biraz Al Pacino'dan bahsetmek istiyorum fırsatını bulmuşken. Al Pacino benim favori aktörümdür. 1940 doğumlu asıl adı Alfredo James Pacino olan efsane aktör gerek karizması, gerek oyunculuğu, gerek filmleriyle benim için en özel yerdedir. Kariyeri açısından 70'li ve 90'lı yıllar oldukça kendini belli etmektedir dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız sanırım. The Godfather, The Godfather: Part 2, Serpico, Dog Day Afternoon gibi filmleri kariyerinin ilk yılları olan 70'li yıllara tekabül eder. 90'lı yıllara gelinceye kadar çok fazla filmde boy göstermez. Bunların içinde 1983 yapımı Scarface kendine hem Pacino hem gangster filmleri hem de sinema tarihi açısından ayrıksı bir yer açmıştır. 90'lı yıllarda ise yeniden kendini bulur ve Scent of a Woman, Carlito's Way, The Devil's Advocate, Heat, Donnie Brasco gibi önemli filmlerde boy gösterir. Scent of a Woman ile kariyerinde ilk ve son kez Oscar'a uzanır. Belki de çok daha fazla kez hak etmiştir ama sadece Scent of a Woman ile heykelciğe uzanabilmiştir. Donnie Brasco'nun sonunda evden çıkarken dönüp eve bakış attığı o sahne benim unutulmazlarım arasındadır. 2000'li yıllarda ise kariyerinin bir düşüş yaşadığı üzücü bir gerçektir.  

Al Pacino'nun son dönemde yer aldığı filmleri düşününce Stand Up Guys onun için oldukça iyi olmuş diyebilirim. Pacino'nun ebedi partneri Robert De Niro'dur bilindiği üzere ama Christopher Walken ile çok iyi görünüyorlardı. Baştan sona kadar oldukça eğlenceli bir film olmuş ve bir ara bu konuyla ilgilenebilirsiniz. En azından kadronun hatrına izlenmeyi hak ettiği bir gerçek. İyi seyirler.

19 Mayıs 2013 Pazar

Behzat Ç.













Geçtiğimiz Cuma gecesi çok kötü bir şey oldu, Behzat Ç. final yaparak ekranlara veda etti. Yaklaşık iki yıldır bu blog var ve ben yaklaşık 100 tane yazı yayınladım Genç Adam'da. Bunların arasında sadece birkaç tane dizi var ve içlerinde yazdığım ilk dizi yazısıdır Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi. Ben şu an ilk defa bir film, bir kitap, bir dizi için ikinci bir yayın oluşturuyorum ve bunu tekrar ne zaman yaparım bilmiyorum. Diğer yandan gururla söyleyebilirim ki şu an itibarı ile açık ara en çok tık alan yazım. Bunda uzun süre dizinin gündemdeki yerini korumuş olması ve Behzat Ç. ile ilgili Google'da yaptığınız aramalarda yazımın resimlerinin üst sıralarda karşınıza çıkması önemli faktörler. Şimdi bu biraz enteresan mevzu. Anlatacak, yazacak, üzerine konuşacak çok fazla şey var. Bunların belirli bir bölümünden bahsedeceğim size ve uzunca bir yazı olacak. Spoiler içerebilir bununla ilgili bir uyarı yapmayacağım yazının devamında haberiniz olsun. Açık konuşmak gerekirse bloga bir yazı gönderirken ilk defa heyecanlıyım. Başlayalım o zaman amirimi anlatmaya, üstelik ikinci defa.

Hikâyenin en başından alalım. Behzat Ç.'nin ilk fragmanı yayınlandığı zaman -hani şu Behzat ile Harun'un yolda kalıp Ankara Havası oynadığı- "Ankara'nın polisiyesinden ne çıkacak lan" tarzı konuşmalar çok olmuştu. Ben bu tarz sohbetlerde pek bulunmamıştım ama benim dizilerle pek aram olmadığı için ve Türkiye hem edebiyat hem sinema alanında polisiye konusunda oldukça zayıf olduğu için ortaya çıkacak iş konusunda çok umutlu değildim. Nitekim izlemedim de diziyi başlarda. Mesela bir kitaptan uyarlama olduğunu öğrendiğim zaman inanılmaz şaşırmıştım, yani o kadar yabancıydım konuya. Arada bir belli yerlerde sohbeti geçiyordu ama benim dikkatimi çekecek kadar değil. Ta ki sezon finali yaptığı gece Twitter'ın başına oturana kadar. Okuduğum twitlerden birkaçı şöyleydi: "Lost'un birinci sezon finali dahil gördüğüm en iyi sezon finali... , Amirim sen bize ne yaptın... , Bu ne lan böyle ben son dakikaları izlerken bir büyük rakı içtim burada..." tarzı yorumlar işte. Bugüne kadar gördüğüm açık ara en çılgın Twitter gecesiydi. Merakımdan oturup 38 bölümü bir hafta bile geçmeden bitirmiştim ve o dillere destan sezon finalini görünce hakikaten ağzım açık kalmıştı. Mükemmeldi, ekranda gördüğüm belki de en mükemmel şeydi, kuşkusuz gördüğüm en kusursuz intikam senaryosunu seyretmiştim. Ne yerli ne yabancı yapımlarda ne dizilerde ne de filmlerde böyle bir şey seyretmemiştim. Dizinin ilk yazısını da ilk sezonu bitirdikten hemen sonra yazmıştım. 

Mesele, Ankara meselesi değil hafız. Yani diziyi bu kadar sevmemizin sebebi Ankara'yı anlatıyor olması değil ve insanlar bugüne kadar izlediğim en iyi dizinin Behzat Ç. olduğunu söylediğim zaman konuyu buraya bağlıyorlar ya ayar oluyorum işte o duruma. Diyorum ki onlara "Eğer cesaretiniz varsa oturup birinci sezonu izleyin sonra tekrar konuşalım." Senaryo mükemmel yazılmıştı. Sezon finalini gördüğüm zaman aslında en başından beri senaristin nasıl mükemmel bir iş çıkardığını hayranlıkla izlemiştim. Dizi ilk sezonunda çok fazla engebe atlatmıştı aslında. Sürekli günü değiştirilmiş, reyting alamadığı için yayından kaldırılma noktasına gelmişti. Behzat Ç. karakterin orijinalinde fanatik bir Gençlerbirliği taraftarı ve dizinin reyting sıkıntısı çektiği dönemde Gençlerbirliği taraftarlarının diziyi izleme hamlesi enteresan bir nottu. Ama seyircisi Pazar günleri sevmişti Behzat Ç.'yi ve Pazar günleri artık Behzat Ç. demekti seyircisi için. Benim bu konuyla ilgili şahsi fikrim -en azından Ankara için- kitlesinin Cuma ve Cumartesi gecelerini evde pek geçirmiyor oluşu ama çok önemli bir konu değil. Behzat Ç. dediğin Pazar günü olur o kadar işte.

Dizinin ilk sezonundan sonra beklentim çok yukarılarda değildi çünkü birinci sezonu mükemmel bitirmişti. O seviyede devam etmesini beklemek biraz haksızlık olurdu. Ama ne yalan söyleyeyim ikinci sezon vasatı geçememişti. "Kesik parmak" cinayetlerini dizinin senaryosuna iyi adapte edemediklerini düşünüyorum ve pek çok kişinin benimle aynı fikirde olduğuna eminim. Biraz kopukluk olmuştu hikâyede ve ikinci sezon cinayetleri de ilk sezon kadar ilgi çekici değildi. Şule'nin ilk sezon oynadığı karakter, Ercüment Çözer, Memduh Başgan gibi diziye sınıf atlatan karakterlerin yeri de pek dolmamıştı. Suna, Aziz Başkomiser gibi ve Şule'nin yeni karakteri pek dolduramamıştı o boşluğu. Ama bütün bu olumsuz eleştirilerime rağmen Behzat Ç. halen çok güzeldi. Üçüncü sezon ise oldukça toparlanmış döndü dizi. Özellikle adli tıpçılar, yani Serdar Orçin ve Gökhan Yıkılkan oldukça iyi olmuştu. Oynadıkları karakterler ve üzerlerine yazılan senaryo çok başarılıydı. İlk sezonu bir başkaydı dizinin elbette ama üçüncü sezon oldukça iyi görünüyordu. Özellikle ikinci sezondan sonra ilaç gibi gelmişti bünyeme.

Ve şu meşhur RTÜK mevzusu. RTÜK kurulduğundan beri Behzat Ç.'nin üstüne geldiği kadar herhangi bir dizinin üstüne gitti mi bilemiyorum. Dizinin saati 20.00'den 22.00'ye daha sonra 23.00'e alındı. Süresi kısaltılarak 60-70 dakika civarına indirildi ve son sezon itibarı ile blurlanmayan bir şeyin olmadığı hiçbir sahne izleyemez olduk. Yaş sınırı koyuldu tabi ki ve ben Cuma gününe alınmasının da yine bununla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Hatta bir hafta gösterilip sonraki hafta gösterilmeme noktasına gelerek yeni bölümü için iki hafta bekletildik bir ara. Oyuncular, senaristler sürekli bunun gerçek olmayan bir kurgu olduğunu, sadece bir hikâye olduğunu defalarca söylediler ama dizinin kimilerini rahatsız edecek belli noktalara parmak basıyor olması belli kesimleri biraz sıkıntıya soktu sanırım. "Seyircimizin tepkisinden çekinmeseler diziyi çoktan yayından kaldırırlardı." diye bir açıklama da yapıldı geçtiğimiz günlerde. Belki de gerçekten öyledir, dizinin bu kadar fanatik bir hayran kitlesi olmasa çoktan yalan olmuştu.

Geçenlerde Metin Erksan ile ilgili bir kitap okurken enteresan bir sansür hikâyesi okudum. Bildiğiniz gibi Erksan ülkemizde sansürden nasibini en çok alan isimlerden bir tanesi. İlk filmi Aşık Veysel'in Hayatı seyirciyle buluşmadan önce sansüre takılır. Türk tarlası olarak gösterilen tarlalar cılız başaklardan oluşuyormuş ve sansür Türk tarlasının böyle gösterilemeyeceğini söylemiş. Yapımcılara eğer isterlerse Amerikan Haber Merkezi görüntülerinden yararlanabilecekleri söylenmiş. O büyük başakları olan Amerikan tarlaları o filmde Türk tarlası gibi gösterilmiş. Peki bu durum bilinen tarlaların gerçekliliğini mi değiştirdi aynı zamanda? Elbette hayır. Şimdi Behzat Ç. dizide küfür etmese içki içmese ne olacaktı yani? Tam bir beyefendi olsaydı biz aslında Türk Polisi'nin ne kadar örnek insanlardan kurulu olduğuna mı inanacaktık. Örnek olmasından kastım karakter değil, davranıştan bahsediyorum yanlış anlaşılmasın. Mesela Cinayet Büro polisleri gerçek hayatta küfür etmiyorlar mı? Az önce Balçiçek İlter ile röportajını seyrettim ve Erdal Beşikçioğlu'nun ve "Hayatını suçluların arasında geçiren bir adamın beyefendi diye konuşması inandırıcı olur mu?" sözlerini duydum. Sanırım pek haksız değil. Başka dizilerde cemiyet hayatı insanlarının son derece şık ve pahalı mekânlarda viski içmesi niye bu kadar dikkat çekmiyor o da farklı bir tartışma konusu elbet.

Çok farklı noktalara parmak bastı üç sezon boyunca Behzat Ç. ekibi. Nefret cinayetleri, Cumartesi Anneleri, emniyet içindeki yapılaşma, RedHack, kot taşlama işçileri gibi maddelerle uzayıp gidecek kocaman bir liste var. Dizinin birinci sezon finalinin son sahnesi biraz kopuktu. Yani o sahneyi değerlendirmeye almazsam favori bölümümün 30.Bölüm olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Diziyi takip edenler "Albay cinayeti" dersem rahatlıkla hatırlayacaklardır bölümü. Hani şu Behzat Ç.'nin ödül töreninde "Tabak iyi ama çekin amk ben" dediği bölüm. Hani sonunda Savcı Esra'nın "Dünyanın ekseni kaydı Behzat 12 santim yerinden oynadı sen bana 1 santim bile yaklaşmadın" dediği bölüm. Vega - İz Bırakanlar Unutulmaz girer hani arka fondan o sahnede. Behzat'ın "Mutsuz oluruz senle biz" lafına karşılık Savcı'nın "Mutsuz olalım ne var, biz de mutsuz oluruz. Ben senle mutsuzluğa da varım." cevabını verdiği o sahne hani. Lafa bak ya insan aşkını böyle mi anlatır be birader. Neyse fazla kaptırmıyorum. Onun dışında tekila ve absinthe içtikleri sahneler, Behzat'ın Savcı Esra'ya evlenme teklif ettiği sahne, Akbaba'nın "Ben olmuşum cinayet" sahnesi, Hayalet'in Akbaba'yla "Sen bana neden Hayalet diyorlar biliyor musun?" sahnesi, Harun'un ringe çıktığı sahne diğer favorilerim. Konuşmaya kalksak bu liste daha da uzayıp gider.

Şimdi dizi bitti. En azından Behzat Ç. televizyon macerasını tamamladı. Behzat Ç. ekibinin şu an itibarı ile ilk projesi "Ankara Yanıyor" isimli bir sinema filmi. Yapılan açıklamalar da Behzat Ç.'nin sansürsüz olarak yoluna devam edeceğine yönelik. Merakla bekliyoruz bakalım ekip önümüzdeki dönemde nasıl projelerle karşımıza çıkacak. Tartışmalarıyla, karakterleriyle, sansürleriyle, Ankarasıyla, Pilli Bebek ile, doğrusuyla, yanlışıyla, Ç. harfinin devamının ne olduğu veya neyi temsil ettiği geyikleriyle, tesbihiyle, birasıyla, deri ceketiyle ve her şeyiyle Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi bitmiştir. Kendi adıma konuşmak gerekirse bugüne kadar izlediğim açık ara en güzel diziydi. Hatta efsaneydi ve artık başka projelerle sansürsüz olarak yoluna devam edeceği söylense de Behzat Ç. bir televizyon efsanesiydi ve efsane sona erdi. Bir daha herhangi bir diziyi bu kadar sever miyim bilmiyorum. Ama bitişiyle birlikte üzerime hüzün çöktü desem yeridir. Zaten izlediğim bir tane dizi vardı artık o da yok. Televizyon artık başka bir moda geçmiştir benim için. Şimdi yeni projeleri merakla beklemekten başka yapacak bir şeyimiz yok. Niye bittin ki böyle iyiydik be amirim. 

7 Mayıs 2013 Salı

Baharda Yine Geliriz


















Kitap orucumu Barış Bıçakçı ile bozdum bugün. Geriye okumadığım tek bir kitabı kalmıştı ve Baharda Yine Geliriz'i henüz bitirdiğim şu dakikalarda sanki hayata dair bana yüklenmiş bir misyonu tamamlamış gibi hissediyorum. Aslında Barış Bıçakçı'ya dair geriye okunacak bir şey kalmamış olmaması iyi mi yoksa kötü mü pek emin değilim. Buna karşılık gerçek şu ki artık okumak için yeniden yazmasını beklemek durumundayım. 

Baharda Yine Geliriz diğer Bıçakçı kitaplarından bazı yönleriyle farklı diyebiliriz. Birkaç sayfalık pek çok öyküden oluşan bir kitap ve tahmin edebileceğiniz gibi yine Ankara'da geçiyor olaylar. Fakat bu sefer biraz farklı olarak, Ankara kokusunu "Şehir Rehberi" başlığıyla öykülerin arasına sıkıştırdığı birkaç cümleden oluşan bölümlerle veriyor Barış Bıçakçı. Kitabın en ilgi çekici bölümlerinin -en azından benim en çok ilgimi çeken- bu "Şehir Rehberi" kısımları olduğunu söyleyebilirim. 

Artık Barış Bıçakçı'nın bütün kitaplarını okumuş durumdayım ve kendisinden hâlâ bir iz yok. Eskisi gibi yazacak, anlatacak, sitem edecek mecalim de kalmamış sanki. Yazının kısalığının ve benim bu kısa kesme hissiyatımın bana düşündürdüğü şeyler bunlar işte. Ne var biliyor musunuz? Artık merak etmiyorum. Kimse kim bana ne sanki!!! 

20 Nisan 2013 Cumartesi

The Imposter


















Son yazımı yazarken film ve kitap olayından bu aralar ne kadar soyutlandığıma inceden değinmiştim. Bu süreçten geçerken kendi kendime söylemiştim izleyeceğim ilk film The Imposter olacak diye. Son derece başarılı bulduğum afişi, gazetede okuduğum enteresan hikâyesi, ilgi çekici ismi ile yılın izlenmesi gereken filmlerinden biriydi zaten. Açık konuşmak gerekirse filmin belgesel tadında olacağı hiç aklıma gelmemişti. Pek hoşlanmam belgesel türünden ve eğer filmin kendini bu derece belli eden belgesel olayından daha önce haberdar olsaydım muhtemelen bu kadar hevesli izlemezdim. Peki bu beklentilerimi karşıladı mı The Imposter? Sonuna kadar derken zorlanmıyorum.

Gazetede okumuştum olayı, yıllar önce kaybolmuş bir çocuğun yerine geçip ailesinin içine giren bir sahtekârdan bahsediyordu. Olay son derece enteresan geliyor kulağa. İyi kardeşim tamam ama annesi, babası, kardeşleri nasıl oldu da bu adamın kendi evlatları olmadığını anlamadı veya aradan geçen yıllara oranla vücuttaki değişimin imkânsızlığını nasıl fark edemediler diye sormuştum kendime. Filmden sonra, daha öncesinde aklımda olan bazı sorular cevabını bulurken bazıları yine havada kaldı. 

Olay şu ki Nicholas Barclay, 1994 yılında San Antonio'da kaybolmuş bir çocuktur. Evinin yakınlarında olması gerekirken bir süre sonra kendisinden haber alınamamış ve kaybolmuştur. Aradan geçen üç yıldan uzun bir süreden sonra İspanya'da bir telefon kulübesinde bir çocuk bulunur. Bir şekilde Nicholas Barclay olduğu düşünülen bu çocuk 16-17 yaşlarında olması gerekirken daha büyük göstermektedir. Saç ve göz rengi gibi ayrıntılar ise bu çocuğun farklı biri olduğunun tam anlamıyla kanıtı gibidir ama hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değildir. İşin içine giren birkaç uzmanın doğru kişi olmadığına dair garanti vermesine rağmen aile bu çocuğun Nicholas olduğunu emindir.

Filmin adı The Imposter. Imposter'ın Türkçe karşılığı "sahtekâr, taklitçi" gibi kelimelerle tanımlanabilir. Dolayısıyla şu çok beğendiğim afişinin üstünde bu ilgi çekici The Imposter yazısını gördüğümde oldukça dikkatimi çekmişti film. Adı "taklitçi, sahtekâr" olan bir filmin arkasından çok iyi bir iş çıkacakmış gibi hissettim nedense. Buna karşılık film Türkçeye "Hayat Avcısı" olarak çevrilmiş durumda ve kesinlikle başarılı bir seçim olmuş. Nitekim bu konuda fikirlerime aşina olan pek çok insan filmlerin tam anlamına karşılık gelen kelimelerle çevrilmesine karşı olduğumu bilir. Bu konuda "Hayat Avcısı" beğenimi kazandı.

The Imposter'ı benim için iyi yapan ayrıntılardan bahsetmek gerekirse, öncelikle röportajlarla sizi sıkıp boğan bir filmle karşılaşmayı bekliyorsanız bu fikri bir kenara bırakın. Baştan sona kadar nasıl olduğunu anlayamadığınız bir şekilde bir gerilimin içinde buluyorsunuz kendinizi. Röportaj sahnelerinden geriye kalan sahnelerdeki çekimlerin başarısı ise ayrı bir takdir konusu. Konu adım adım oldukça iyi işlenmiş. Filmin konusunun kırılma noktaları seyircisine empoze edilirken kendinizi filme kitlenmiş bir şekilde bulmanız an meselesi. 

Peki film kusursuz muydu? Aslında kusursuzdan bahsetmek bir yana ciddi anlamda rahatsız eden olumsuz noktaları da yabana atılır gibi değil The Imposter'ın. Size bahsettiğim bütün bu iyi ayrıntılara ve filmi çok beğenmeme karşılık çok ciddi anlamda mantığımın almadığı noktalar da var ve bunlardan bahsetmek istiyorum. Hatta o derece ki belli konularda biraz takıntısı olan bir izleyici filmi bir kalemde silip atabilir bir kenara. Bu konudan nasibimi pek almadığım ortada, her şeye rağmen çok beğendim.  

- spoiler - 

İspanya'da bulunduğu zaman Frederic Bourdin'in her yere telefon edebileceği bir hat ile birlikte polis merkezinde bir gece tek başına bırakılması ve o gecenin sabahında kendisinin Nicholas Barclay olduğundan bahsetmesi, bununla da kalmayıp İspanyol yetkililerin bu hikâyeye inanmış olması biraz zorlamaydı sanki. 

Bourdin'in fiziksel görüntüsüyle ilgili ayrıntılar ise gerçekten çok dikkat çekici ve mantık hatası olarak bile yorumlanabilir. Saçlarını kendi boyamasına yetkililerin uyanmaması, tanınmaya çalışılan bir çocuğun kafasında sürekli şapka ve gözünde güneş gözlüğüyle görünmesi, yaşlanmış bir bedenin son birkaç yılda yaşadığı travmalar ile açıklanabilmesi neyse ama göz renginin farklı olmasının üzerine hiç gidilmemesi... Çoğaltılması mümkün olan birkaç örnek bu saydıklarım ama filmin başarısının önünde olmadığını düşünüyorum. 

- spoiler - 

The Imposter daha önce izlediğim filmlerden farklıydı diyebilirim. Bunda belgesel türünde film izlemiyor olmamın da etkisi var ama sadece bununla alakalı değil. Konu ilgi çekiciydi ve iyi işlenmiş bir film. Röportaj ve çekim kısımları da birbirini çok iyi tamamlamış. Böyle olunca da sürükleyici ve sizi içine alan bir film ortaya çıkmış. Sonuna yaklaşıldıkça senaryonun daha ilgi çekici bir hâl alıyor olduğunu da belirtelim. En kısa zamanda ilgilenin bu konuyla. İzlenmesi gereken farklı bir film The Imposter. Kaçırmayın demek yapabileceğim yegâne önerimdir.

22 Mart 2013 Cuma

Vertigo


















5-6 sene öncesi şu film mevzusuna merak saldığım ilk zamanlar merak etmiştim Vertigo'yu. Casablanca, Vertigo, Citizen Kane, Gone With the Wind gibi filmleri bir ara tek oturuşta izlemeyi planlamıştım ama hepsini ayrı vakitlerde izlemek kısmet oldu. Gone With the Wind'ı ise halen izleyebilmiş değilim. Konumuza dönersek bugünkü filmim Vertigo'ydu. 1958 yılında çekilen filmin fark yaratmış bir yapım olduğunu zaten senelerdir biliyordum ama ne yalan söyleyeyim bu derece başarılı bir şeyler beklemiyordum. Oldukça beğendim Vertigo'yu. Anlatalım biraz. 

1958 yılında yapılmış film ve yönetmeni beyazperdenin efsane isimlerinden Alfred Hitchcock. Hitchcock, Akademi'ye beş kez En İyi Yönetmen adaylığıyla gittiyse de hiç oscar kazanamamıştır. Buna karşılık Vertigo'nun yanı sıra North by Northwest, Rear Window, Psycho gibi sinema tarihine damgasını vurmuş çok önemli filmlerin yönetmenliğini yapmıştır. 1899 doğumlu Hitchcock dünyaya gözlerini yumduğunda takvim yaprakları 1980 yılını gösteriyormuş. Romandan uyarlama bir film Vertigo ve başrollerinde James Stewart ile Kim Novak oynuyor.  

John Ferguson(James Stewart) bir suçluyu kovalarken bir hata yapmış ve bu hatanın sebep olduğu kaza sonucu iş arkadaşı hayatını kaybetmiş eski bir dedektiftir. Bu kazadan sonra Ferguson akrofobiye(yükseklik korkusu) yakalanmıştır. Ferguson'ın eski bir arkadaşı olan Gavin Elster(Tom Helmore) ondan bir yardım ister. Elster bir süredir genç ve güzel karısı Madeleine(Kim Novak) için endişelenmektedir ve Ferguson'dan karısını takip etmesini ister. Ama işler hiçbirinin planladığı gibi gitmez. 

Bu izlediğim ikinci Hitchcock filmi oldu. Daha önce Rear Window'u seyretmiştim. Rear Window mekân konusunda zenginliği olan bir film değildi. Hatta çok büyük ölçüde bir evin bir odasında ve o odanın penceresinin gördüğü alanı kapsıyordu. Fakat Vertigo mekân çeşitliliği konusunda bugüne kadar gördüğüm en dikkat çekici filmlerden bir tanesiydi. Çeşitliliği konusu bir yana filmin çekiminde kullanılan mekânların güzelliğine gelince zirve olabilir. Hani iyi olur da bu kadar mı iyi olur demekten alamadım kendimi. Filmin bütün konusu, oyunculuğu, yönetmen başarısı bir kenara bırakılıp filmin kareleri öylece izlenebilir. 

Oyunculara gelince James Stewart çok karizmatik görünüyordu. Oynadığı John Ferguson karakterinin de bunda etkisi büyük. Rear Window'un başrol oyuncusu da Stewart'dı fakat o filmde de bu derece iyiydi demek çok kolay değil. Kim Novak'a gelince kendisini ilk defa izledim ve gördüğüm kadarıyla alışılagelmişin dışında güzel bir kadın. Günümüzde aynı şeyi Charlize Theron için düşünürüm mesela kimseye benzemeyen bir güzelliği vardır ve sanırım Kim Novak da o tarzda bir kadınmış. En azından Vertigo bana bunu düşündürttü. 

Vertigo çok özel bir film ve bugün izledikten sonra keşke çok daha önceleri izleseydim demekten alamadım kendimi. Filmin özellikle mekân seçimi konusundaki başarısı için söylenecek çok fazla şey var ve mutlaka izlenmeli. Eğer izlemediyseniz en kısa sürede bu konuyla ilgilenin derim. İyi seyirler. 

18 Mart 2013 Pazartesi

Vesikalı Yarim


















Ankara Film Festivali'nin devam ettiği bu günlerde Kızılırmak Sinemasına bir arkadaşım için bilet almaya gitmiştik ki Batman Üniversitesi öğrencilerinin kitap satışı yaptığını gördüm gişenin hemen önünde. İncelerken Vesikalı Yarim'in senaryosu dikkatimi çekti. İçini açtığımda yazıldığı dönemde daktilo ile yazılmış şeklinin baskı hâline getirildiğini gördüm ve artık hiçbir şey bu senaryo kitabını elde etmemi engelleyemezdi. Metin Erksan Sineması'na dair bir kitapla beraber aldım senaryoyu ve aylar öncesinde oluşturduğum izlenmesi gereken yerli yapımlar listemin en üst sıralarında olduğundan bugün için Vesikalı Yarim'i seçtim. İyi ki de seçmişim, kesinlikle harikaydı. 

Filmin yönetmenliğini Ömer Lütfi Akad yapıyor. Akad bildiğiniz gibi sinemamıza yön veren yönetmenlerden ve Göç Üçlemesi(Gelin-Düğün-Diyet), Vurun Kahpeye, Vesikalı Yarim gibi çok önemli filmlerle uzayıp giden bir geçmişe sahip. 1916 yılında dünyaya gelen Akad, 2011 yılında aramızdan ayrılmıştı. Vesikalı Yarim'in başrol isimlerine gelince İzzet Günay ve Türkân Şoray isimlerini görüyoruz ki sanırım sinemayla biraz ilgili birine Türk Sineması adına beş tane aktör ve aktris sayın deseniz tartışmasız bu iki ismi listesine koyar. En azından ben koyarım. Senaryo Sait Faik Abasıyanık'ın 1947 yılında yazdığı Menekşeli Vadi adlı öyküden Safa Önal tarafından uyarlanmış. Müziklere gelince Metin Bükey'in adını görüyoruz ve filmin sonundaki Kalbimi Kıra Kıra şarkısını Şükran Ay'ın sesinden sindire sindire dinleyin diyorum.

Filmin hikâyesine gelince Halil(İzzet Günay) babası ile birlikte bir manav işleten yakışıklı, efendi huylu, kendi hâlinde bir adamdır. Bir gün arkadaşlarıyla beraber içmek için gece dışarı çıkmaya karar verirler. Sürekli gittikleri meyhaneden farklı olarak bu sefer bir değişiklik yapıp Beyoğlu taraflarında bir yerlere gitmeye karar verirler ve yolları bir pavyona düşer. Gittikleri pavyonda arkadaşları bir süre sonra ayrılır ve Halil tek başına aynı yerde geceye devam eder. Bundan sonra her şey konsomatris olarak çalışan Sabiha(Türkân Şoray)'nın Halil'den ateş istemesiyle başlar. İlk görüşte aşk varsa Halil çoktan Sabiha'nın etkisine girmiştir. 

Bir kadını ne kadar sevebilirsin? Ailenden vazgeçecek kadar mı, geçmişinden vazgeçecek kadar mı, onun için birini öldürmeye çalışacak kadar mı yoksa onu öldürmek isteyecek kadar mı? Uç noktalarda bir aşk hikâyesi anlatıyor Vesikalı Yarim ve Sinema Dergisi'nin En İyi 100 Türk Filmi Ansiklopedisi'nde kendine ayrılan sayfada anlatıldığı gibi bu aşkı anlatırken ahlak dersi vermez film. 

Oyunculara geldiğimiz zaman İzzet Günay bütün karizmasıyla karşımıza çıkıyor. Türkân Şoray'ın ise tam anlamıyla bir dilber olduğunu söyleyebiliriz. Yıllar geçtikçe filmleri eskimiş insanlar değiller ama hem proje hem de fiziksel görünüm adına zirve noktada olduklarını söylemek zor değil. Bunun dışında bir çift olarak iyi bir uyum da yakalamışlar ama bazılarınızın bildiği üzere sinemamızın efsane ikilisi olarak Kadir İnanır ve Türkân Şoray'ı tek geçerim.

Yardımcı rollerde de önemli isimleri görüyoruz. Ayfer Feray, Semih Sezerli, Aydemir Akbaş, Hakkı Kıvanç, Aynur Akarsu ile uzayan bir liste görüyoruz. Film genelde Halil ve Sabiha karakterleri üzerinde şekillense de bu oyuncular ile ayrıntılarda çok önemli şeylerle karşılaşıyoruz. Dini ögeler, o döneme ait aile yapısı, ilişkiler... Bunların dışında en önemli detay ise filmin diyalog başarısı diye düşünüyorum. Akıllardan çıkmayıp, sürekli hatırlanacak cinsten pek çok diyalog mevcut filmde. 

Vesikalı Yarim'in bugüne kadar izlediğim en güzel filmlerden bir tanesi olduğunu söyleyebilirim. Aslında söyleyecek çok daha fazla şeyim var filme dair ama yazıyı biraz kişiselleştireceği için tercih etmedim. Vesikalı Yarim'e atıf ile belki Yaramaz Çocuklar'a bir yazı gönderirim yakın zamanda. İyi seyirler hepinize.

16 Mart 2013 Cumartesi

Aramızdaki En Kısa Mesafe


















Belli kitapları ve yazarları okumak için doğru zamanlar, doğru mevsimler, doğru yerler olduğu kesin. Hem etkisi artıyor hem de anlamı. Bugünlerimin adını Barış Bıçakçı koydum ve kitapçıya gidip geriye kalan iki kitabını da satın aldım. Bunlardan biri Aramızdaki En Kısa Mesafe iken diğeri Baharda Yine Geliriz idi ve ben Aramızdaki En Kısa Mesafe'yi okuyarak Baharda Yine Geliriz'i sona bırakmayı tercih ettim. Bu sizin için yazdığım altıncı Barış Bıçakçı kitabı ve elbette yine mükemmelden bahsedebilirim. Bu adam yine yazsın, hep yazsın, sonsuza kadar yazsın. 

Konu yine Ankara'da geçiyor ama Barış Bıçakçı'nın diğer kitaplarından farklı olarak bu kez çok ön planda değil Ankara. Mesela Eryaman'da oturmuş olma ihtimalini falan yakalayamadım bu kez satır aralarında. Hem birbirine bağlı hem de birbirine bağımsız hikâyelerden oluşuyor kitap ve Barış Bıçakçı çocukların dünyasından okuyucusuyla bir şeyler paylaşıyor bu kez. Olayları onlar gibi idrak edip, onlar gibi dile getirip, onlar gibi yaşıyor. 

Kitabın detayları çok başarılı. Barış Bıçakçı'nın okuduğum kitapları arasında kendime en yakın Veciz Sözler'i bulduğumdan daha önce defalarca bahsetmiştim. Yalnız Aramızdaki En Kısa Mesafe biraz değişik. Yani vuruculuk katsayısı diğer Bıçakçı kitaplarının çok önünde olabilir. İnsanlar genellikle kendilerinden en fazla şey buldukları kitapları beğenir ve etkilenirler. Bu doğrultuda çocukluk travmaları hayatında önemli yer edinmiş birisi okuduğunda etkisi çok daha fazla olabilir benden söylemesi. 

Barış Bıçakçı'ya gelince kendisinin neye benzediğini hâlen bilmiyoruz elbette. Muhtemelen okumadığım son kitabı olan Baharda Yine Geliriz'i okuduktan sonra da bu durum değişmeyecek. Yeni bir ipucu ile kendisine seslenerek diyorum ki Sayın Bıçakçı'ya ismi "N" harfi ile başlayan bir kadın var. Gelmiş, ya duman etmiş ya mesut etmiş ve sonra ne olmuş bilmiyorum. Ama kesin var. Sen daha görünme zaten bize öyle gizli gizli takıl bir yerlerde. Merak etme biz de zaten "Baharda Yine Geliriz". 

1 Şubat 2013 Cuma

Hikâyem Paramparça


















Emrah Serbes'in yeni kitabı Hikâyem Paramparça. Aslında biraz zaman oluyor raflarda yerini alalı. Birkaç ay oldu göreli ama ancak dün sıra gelebildi. Aldık, okuduk, beğendik. Behzat Ç. efsanesinin yaratıcısı Emrah Serbes ve Behzat Ç.'yi anlattığı iki kitabından sonra Erken Kaybedenler'i de okumuştum. Hikâyem Paramparça, Serbes'in dördüncü kitabı ve ilk üçünü çok beğendiğimi ve sağlam bir Behzat Ç. hayranı olduğumu düşününce kitabı daha fazla ertelemedim elbette. 

Bir süredir uğramasam da afilifilintalar'ı oldukça severim. Murat Menteş, Bahadır Cüneyt Yalçın gibi isimleri bana tanıtmış ve sevdirmiştir. Dublörün Dilemması'nı size yazarken de bahsetmiştim afilifilintalar'dan. Emrah Serbes yazarlarından biri ve Hikâyem Paramparça'nın içeriği önemli ölçüde Serbes'in oraya gönderdiği yazıların derlenmesiyle oluşturulmuş. Aslında iyi de olmuş. Hepsini toplu hâlde bir arada görmek güzeldi. Onun dışında Birikim Dergisi'nin Haziran 2009 sayısından yazılar ve son olarak da "Galip İşhanı" isimli bir öykü var. Kısacası içerik üç ayrı parça olarak değerlendirilebilinir. 

Behzat Ç.'yi izleyenler bilir. Dizinin ilk sezonunun 12.Bölümünün girişinde Behzat Ç.'nin Erdal Beşikçioğlu'nun sesiyle kendi hikâyesini anlattığı "Babamın öldüğü gün birine âşık olmuştum. bazen öyle olur, her şey üst üste gelir. Polis olmasaydım katil olurdum..." diye başlayıp devam eden, birkaç dakikalık, dizinin akışından biraz bağımsız bir parça bulunur. Hatta ben tam o kısmın bir hâyli hayranı olduğumdan ötürü arada transa geçip etrafımdaki insanlara baştan sona ezbere okurum. Hikâyem Paramparça'yı okuduktan sonra gördüm ki o kısımdaki cümleler Emrah Serbes'in afilifilintalar'da yazdığı yazıların arasında derlenerek oluşturulmuş. Bunu kitabın giriş cümlesiyle anlamak mümkün. Ne yalan söyleyeyim etkilendim, güzel bir ayrıntıydı.

Kitabın "Galip İşhanı" olarak adlandırılmış öyküsüne gelirsek Emrah Serbes'in yine erkek çocuklarıyla ilgili bir şeyler anlattığını görüyoruz. Erken Kaybedenler'de de erkek çocuklarının hayatından bahsettiği öyküler yazmıştı Serbes. Öykü konusunda edebiyatımız açısından oldukça iddialı bir duruma gelip çok uzun yıllar boyunca hafızalara kazınabilir kendisi. Farklı ve etkileyici bir tarzı olduğu kesin. 

İçerik açısından kısa ama dolu dolu bir kitap olmuş Hikâyem Paramparça. Resimler kitap adına güzel bir detay olmuş. Hızlıca bir nefeste okuyabileceğiniz türden. Her ne kadar ben bu kez yapmasam da altı çizilebilecek pek çok yer var kitapta. Umarım Emrah Serbes daha sık yazar ve biz de daha çok okuyabiliriz. Bu arada Barış Bıçakçı'ya gönderilen selama da kitap içinde rastlamak keyifliydi.

29 Ocak 2013 Salı

Silver Linings Playbook


















İkinci gün ve ikinci iddialı Oscar yolcusu film. Silver Linings Playbook'tan bahsediyorum. Matthew Quick'in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmış bir yapım ve gerek oyuncu kadrosu, gerek senaryosu, gerek Oscar adaylıkları ile adından oldukça söz ettirmiş bir yapım. Kendi adıma Cloud Atlas ve Life of Pi ile birlikte bu sene en çok merak ettiğim filmdi diyebilirim. Bildiğim kadarıyla kitabın Türkçe çevirisi raflarda yerini alalı çok uzun zaman olmadı. Filmin popülaritesinden sonra merak uyandırmış olsa gerek ve geçen hafta birkaç kitapçıda en ön raflarda gördüm kitabı. Bir ara alıp okumayı düşünüyorum açıkçası. Filmin Türkçeye "Umut Işığım" diye çevrildiğini belirtip filme geçelim. 

Yönetmenliğini David O. Russell yapıyor filmin ve The Fighter'dan sonra izlediğim ikinci Russell filmi oldu Silver Linings Playbook. Senaryo ise kitabın yazarı Matthew Quick ile yönetmen David O. Russell'a ait. Başrol kadrosu ise oldukça dikkat çekecek türden. Bradley Cooper, Jennifer Lawrence, Robert De Niro, Jacki Weaver ve Chris Tucker. Sanırım bu isimler filmi izlemek için yeterince sebep oluşturuyor. Bu isimlerden Tucker hariç diğerleri ödül için Oscar gecesi orada bulunacak. Aslında beşinci bir oyuncu için de bir kategori olsa performansıyla muhtemelen Chris Tucker da aday olmakta zorlanmazdı diye düşünüyorum.

Senaryo ise şöyle: Pat(Bradley Cooper) bir gün eve gelir ve karısını başka bir adamla birlikteyken yakalar. Bunun üzerine adama şiddet uygulayan Pat, öfkesiyle alakalı olarak bir kliniğe yatırılır. O güne karşılık tekrar karısını isteyen Pat, karısını yakaladığı anda çalan müziği duyduğunda bile işler çığrından çıkmaktadır ve bu durum her şeyi daha zor hâle getirir. Pat artık eve, yani annesi(Jacki Weaver) ve babasının(Robert De Niro) yanına dönmüştür ama karısını tekrar isteyen Pat için işler çok kolay olmayacaktır. Sinirlenmek yok, taşkınlık yok, eski karısına yaklaşmak yok...

Pat bu süreçten geçerken yakın bir arkadaşının baldızı olan Tiffany(Jennifer Lawrence) ile tanışır. Tiffany yakın zamanda kocasını kaybetmiştir, sorunlu bir kadındır, Pat'e ilgi duymaktadır ve Pat'in eski karısını tanımaktadır. Bu noktada eski karısına ulaşmak için Pat ondan küçük bir yardım ister ama işler pek istediği gibi olmaz. Karşılığında Tiffany de Pat'ten küçük bir yardım isteyecek ve bahis oynayan bir baba, bencil bir kardeş ve sıra dışı bir klinik arkadaşıyla(Chris Tucker) işler çok enteresan ve keyifli bir hâle gelecektir.

Filmle ilgili notlarıma gelince, size mükemmelden bahsedemem belki ama izlemeye değer, sıcacık bir film olmuş demek zor değil. Filmin kitabı ile tutarlılığı ne boyutta bilemiyorum ve işin açığı bununla ilgili bir şeyler de okumadım. Amerikalıların filmi çok sevdiği bir gerçek ve oralarda bizim kadar bu tutarlılığa dikkat ediyorlar mı bilmiyorum. Ama en azından ülkemiz için filmin popülaritesinin kitabı bir hayli katlayıp geride bıraktığını söyleyebiliriz. Oscar adaylıkları benim de merak katsayımı oldukça arttırmıştı. 

Silver Linings Playbook, Akademi Ödülleri 'ne sekiz adaylıkla gidiyor. Oyunculukla alakalı dört ödülün yanı sıra En İyi Yönetmen, En İyi Film, En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Kurgu dallarında boy gösterecek. Ne kadar başarılı olabilir bilemiyorum ama bütün samimiyeti ve sıcaklığına rağmen bence şansları çok fazla değil. En azından Life of Pi ve Beasts of the Southern Wild ile kıyaslayınca oyunculukları hariç sanki biraz daha geride kalmış Silver Linings Playbook. Ama tabi Akademinin işi belli olmaz ve ben de yorum yaparken Akademi mantığına göre değil kendi fikirlerimce yorum yapanlardanım. Kısacası bekleyip göreceğiz.

Oyunculara gelirsek öncelikle Jennifer Lawrence ve Bradley Cooper'dan bahsetmek isterim. İkisi de son dönemin gözde ve oldukça sevilen oyuncularından. Silver Linings Playbook'ta bir araya gelmeden önce Lawrence, The Hunger Games gibi çok ses getirmiş bir filmde oynadı. Cooper'ın yakın geçmişinde de yine Robert De Niro ile birlikte rol aldığı Limitless ve The Hangover Part II gibi çok beğenilmiş yapımlar var. Bu filmlerde oyunculukları çok ön plana çıkmamıştı. Silver Linings Playbook'ta biraz daha belirgin performansları var ama bu performansları ödül için ne kadar yeterli emin değilim açıkçası. Geriye kalan adayların tamamını izlediğim zaman daha net yorum yapabilirim ama özellikle Cooper'ın kategorisinde gümbür gümbür gelen bir Daniel Day-Lewis var. Bakalım neler olacak o gece.

Robert De Niro'ya gelirsek tüm zamanların en iyi birkaç oyuncusundan biri olduğunu söylemek zor değil elbette. De Niro, Oscar Ödülleri'ne son olarak bir adaylıkla gittiğinde takvim yaprakları 1992'yi gösteriyordu. Cape Fear ile En İyi Erkek Oyuncu dalında aday olmuş ama ödülü Silence of the Lambs'teki performansı ile Anthony Hopkins kazanmıştı. Aradan geçen 21 yıldan sonra tekrar adaylıkla törene gidiyor ve diğer adayları izlememiş olmama rağmen şansı olabileceğini düşünüyorum. Jacki Weaver'ın da iyi göründüğü Silver Linings Playbook'un bombası ise çok az görünmesine rağmen Chris Tucker'dı bence ve keşke biraz daha görebilseydik diye düşünmedim değil.

Akademi yolundaki bir diğer iddialı film Silver Linings Playbook. Life of Pi ve Beasts of the Southern Wild'dan sonra bu filmi de beğendiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Yazının başında söylediğim gibi içinize ısıtacak sıcacık bir film ve bir ara kendinize bir iyilik yapıp izlemeyi deneyebilirsiniz. Şimdiden iyi seyirler.

28 Ocak 2013 Pazartesi

Beasts of the Southern Wild


















Bu sefer hiç olmadığı kadar çok açtım arayı. Haftalar oldu yazı göndermeyeli Genç Adam'a ve bu süre içinde aslında buraya yazmak adına çok fazla şey yapmadım. Sadece birkaç kitap ve birkaç film. Final dönemindeki öğrenci dersem bir nebze sebebini anlamış olursunuz sanırım. Neyse birkaç gün önce finaller bitti ve sonrasındaki iki günde derin derin dinlendik. Yedik, içtik, sanırım doyduk sıra geldi Genç Adam'a. Malumunuz Oscar yaklaştı ve her sene olduğu gibi bu sene de adayların açıklanmasıyla Oscar filmlerine yoğunlaştım bende. Bir süre önce Skyfall'u izlemiş ve yazmıştım. Geçtiğimiz hafta uzun süredir merakla beklediğim Life of Pi'yi de izledikten sonra bugün seçimimi Beasts of the Southern Wild'dan yana kullandım. Geçen seneye karşılık bu seneki aday filmlerin genel beğenim anlamında daha başarılı olduğunu söyleyebilirim. Beasts of the Southern Wild da güzel bir film olmuş. Anlatalım bakalım biraz, özlemişim yazmayı. 

Oscar adaylıklarının bu seneki en büyük sürprizi En İyi Yönemen dalında olsa gerek. Aday olmasına neredeyse kesin gözüyle bakılan Ben Affleck ve Kathryn Bigelow'un giremediği listede Benh Zeitlin adını görmek şaşırtmıştı bizi. Akademinin her ne kadar belli bir düşünce tarzı olsa bile ve sürprize her zaman açık olmasa da arada bir böyle şeyler görmek sevindirici değil dersem yalan olur. Sinemanın iki önemli figürünün bulunmadığı yerde ilk uzun metrajlı filmini çekmiş bir yönetmen ve onun bağımsız filmi. Benh Zeitlin'i bu başarısı için tebrik edelim. 

Bağımsız sinema adına iyi bir yapıt olmuş. Filmlerin türe göre isimlendirilerek kalıplandırılmasından pek anlamam aslında. Hatta "Aksiyon" kelimesindense "Vurdulu kırdılı" daha sempatik gelmiştir hep. Ama eğer bağımsız sinema diye bir şey varsa Beasts of the Southern Wild iyi bir örneği diyebilirim. Yerel halktan seçilmiş oyuncularla çekilmiş film ve bütçesi pek elle tutulur bir tutar değil. Büyük stüdyolardan, profesyonel ve marka değeri yüksek kadrolardan uzakta çok başarılı bir film. 

Bathtup diye bir yer var ve doğal felaketlerden sonra yaşayan sadece bir avuç insanın kaldığı, yaşamaya çok elverişli olmayan bir yer durumunda. Israrla burayı terk etmeyen o bir avuç insandan ikisi Hushpuppy(Quvenzhane Wallis) ve onun babasıdır. 5-6 yaşlarında küçük bir kız çocuğu olan Hushpuppy kendi hayal dünyası, babasının ona anlatmaya çalıştığı gerçek dünya ve çocukluk merakları arasında yaşayan bir çocuktur. Babası aslında çok hastadır ve Hushpuppy bununla yüzleşmelidir.

Filmde politik eleştiriler de göze çarpıyor. Hushpuppy'nin kendine yarattığı o güçlü olması gereken dünya ve hayal dünyası arasında belli görüntüler ve replikler siyasetin toplumsal düzene etki etme şeklini pek çok yerde hatırlatıyor seyircisine. Yapılan yanlışların küçük bir çocuğun gözünden bile görülebilecek kadar aleni olabileceğini düşündürüyor izleyicisine Beasts of the Southern Wild. 

Hushpuppy rolünü oynayan Quvenzhane Wallis'ten biraz bahsedecek olursak, bildiğiniz üzere En İyi Kadın Oyuncu adaylığı ile Oscar'a gidiyor. Şu an 9 yaşında olan Wallis, 6 yaşındaki oyunculuğu ile Oscar adaylığını elde etti ve emin olmamakla birlikte sanırım adaylık kazanan en geç oyuncu olabilir. Eğer bu konuyla ilgili kesin bilgisi olan birileri yazımı okuduktan sonra yorum bırakırsa sevinirim. Benim fikirlerime gelirsek kazanmayı ne kadar hak ettiğine dair bir şey söylemem diğer filmleri izlemeden doğru olmaz. Ama şunu söyleyebilirim ki yaşına göre oldukça başarılıydı ve kendisi dünyanın en güzel "Daddy" diyen kız çocuğu olabilir. Oyunculuk yönetimi oldukça başarılı yapılmış.

Beasts of the Southern Wild güzel bir film olmuş. Life of Pi ile birlikte Oscar'a giden, beğeniyle izlediğim ikinci film oldu. Geçen senenin filmlerinden sadece Midnight in Paris ve Jodaeiye Nader az Simin oldukça ilgimi çekmişti. Bu senenin filmleri olumlu yönde biraz daha fark yaratmış görünüyor. Bakalım Silver Linings Playbook ve Lincoln'den sonra fikirlerim ne olacak. Hepinize iyi seyirler.