30 Kasım 2012 Cuma

Jülide Özçelik













Genç Adam'a bugüne kadar müzik etiketi ile sadece bir tane yazı yazmıştım. O yazıda Cirrus'tan bahsetmiştim ve blogu açarken günün birinde müzik ile alakalı yazı yazacağımı düşünmediğimi söylemiştim. Gel gelelim ikinci defa birinden bahsetmek istiyorum. Son zamanlarda Gamze'nin önerileri dikkat çekici aslında. The Fall ve The Royal Tenenbaums film önerilerinden sonra geçenlerde okuldan dönerken "Bugün Neden Gelmedin diye bir şarkı Jülide diye bir kadın söylüyor" demiş ama soy adından bir türlü emin olup, toparlayıp söyleyememişti bana. Çok önemli değildi elbette çünkü şarkı ismi elde olunca bulmak zor olmadı Jülide Özçelik'i. Sesini beğenince diğer şarkılarını da dinleyerek yürüdüm gittim Bugün Neden Gelmedin'den sonra.

Jülide Özçelik bir caz sanatçısı. Zamanında caz dinlemek için kendimi biraz zorlamıştım ama birkaç kişi ve birkaç şarkı hariç bunu pek başardığım söylenemez. Sanırım keyifle dinlediğim ilk caz sanatçısı Jülide Özçelik. 1975 yılında İstanbul'da doğmuş kendisi. Liseyi bitirdikten sonra Müjdat Gezen Sanat Merkezinin Hafif Batı Müziği Bölümünü kazanarak başlamış. Mezun olduğu sene de İstanbul Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümüne tam burslu olarak girmiş. Türkçe sözlü caz yapma fikriyle birtakım projeler oluşturup performanslar gerçekleştirmiş. Klasik Türk Müziği koro çalışmalarında bulunması, konserlerde solist olarak bulunması, TRT Hafif Batı Müziği ve Caz Orkestrası ile canlı kayıtlar alması diğer müzik etkinlikleri olarak belirtilebilir. Jülide Özçelik'in öz geçmişine dair bu bilgileri last.fm'den aldığımı da söylemeden geçmeyeyim.

İki albümü var Jülide Özçelik'in. Bunlardan ilki Jazz İstanbul Volume 1 diğeri ise Jazz İstanbul Volume 2 ismi ile dinleyiciye sunulmuş. İki albümü de tamamıyla dinledim ve içinde güzel coverların da olduğu harika albümler olmuş. Bir dinleyin bakalım bu duru sesli caz sanatçısını. En az benim kadar beğeneceğinize eminim. Her şey bir yana bir müzik yazısı yazmam bir yana size bir caz sanatçısından bahsettim. Tehlikenin farkında mısınız bilmiyorum. Neyse size şimdiden iyi seyirler... Olmadı sanırım iyi okumalar... Yok yok o da olmadı iyi dinlemeler diliyorum. Alışkanlık işte idare edin. 

25 Kasım 2012 Pazar

C Blok


















Bugün kaçıncı kez Çağan Irmak'ın Karanlıktakiler'ini açıp yine ilk birkaç dakikasını izledikten sonra vazgeçtim bilmiyorum. Biraz olsun vicdanımı rahatlatmak adına madem onu izlemedim bari başka bir yerli yapım izleyeyim gazına gelip Zeki Demirkubuz'un ilk filmi olan C Blok'u izledim. Günümüzün usta yönetmenlerinden bir tanesi olan Demirkubuz'un ikinci filminin Masumiyet olduğunu düşününce acemiliğini çok büyük ölçüde C Blok ile attığını söyleyebilirim. Nitekim Masumiyet'i blogun yıl dönümü yazısı olarak yazmış ve yerli yapımlar arasında tartışmasız favorim olduğundan  bahsetmiştim. Masumiyet ile uluslararası anlamda ün kazanan Zeki Demirkubuz'un ilk deneyimi C Blok ve biraz bu filmden bahsedelim bakalım.

Filmin yönetmeni dediğim gibi Zeki Demirkubuz ve yine hem yönetmen, hem senarist, hem yapımcı olarak karşımıza çıkıyor kendisi. Demirkubuz daha ilk filmiyle küçük bir rolde görünme alışkanlığı edinmiş aslında. Filmin oyuncu kadrosu ise Serap Aksoy, Fikret Kuşkan, Selçuk Yöntem, Zuhal Gencer gibi isimlerden oluşuyor. Son dönemin gözde ve başarılı oyuncularından Olgun Şimşek'i de küçük bir rol ile filmde görmek mümkün. 1994 yılında çekilmiş C Blok ve aslında görüntüleriyle dönemi iyi yansıttığını söylemek mümkün. Yönetmen Demirkubuz'dan Masumiyet  yazımda detaylı olarak bahsetmiştim ve o yüzden kadroyu detaylandırmak yerine filmden bahsetmeyi tercih ediyorum.

Tülay(Serap Aksoy) orta yaşlarda, güzel, evliliği yolunda gitmeyen bir kadındır. Oturduğu binanın apartman görevlisi olan adamın oğlu Halit(Fikret Kuşkan) ile arasında adı pek konulamayacak türden bir ilişki oluşur ve aslında bu Tülay'ın içinden çıkamadığı ruhsal durumunu daha karışık hâle getirir. Tipik, şehir yaşantısına adapte olmuş bir kadın olan Tülay'ın bu durumu annesi, kocası, hizmetçisi yani kısacası herkesle olan ilişkisini farklı bir boyuta taşıyacaktır.

Notlarıma gelirsek, C Blok için Zeki Demirkubuz'un acemiliğini üstünden atma filmiymiş derken zorlanmıyorum. Malum ikinci filmi Masumiyet ve sinema adına pek çok anlamda bir gövde gösterisi olduğunu düşündüğüm bu filmden bir önceki ve ilk denemesi olan C Blok, Masumiyet'e kıyasla oldukça zayıf görünüyor. Masumiyet'in yazısını yazarken uzun uzun bahsettiğim Demirkubuz Sineması'nı göz önüne aldığımızda da o kavrama Zeki Demirkubuz'un kendisinin de ilk filmiyle uzak kaldığını söyleyebiliriz. Belki bütün bu C Blok tecrübesi günümüzün en başarılı yönetmenlerinden birinin bugünlere gelmesini sağladı.

Diyalog yazma başarısıyla oldukça dikkat çeken Zeki Demirkubuz -ki Masumiyet'i izlerken buna oldukça iyi tanık oluruz- C Blok adına diyalog yazma kabiliyetini çok ön plana çıkaramamış. Türk Sineması'nın 80 'li yılların sonuna doğru iyice sıkıntı yaşadığı diyalog konusunda adeta sinemamıza nefes aldıran Demirkubuz, bunu başarmak için Masumiyet'i beklemiş diyebiliriz. C Blok adına bir diyalog başarısından söz edemeyiz. Buna karşılık sessizlikle geçen uzun sahnelerden pek haz etmeyen yönetmenin daha ilk filmiyle bu duruma hiç girişmediğini görüyoruz. Sessizlikle geçen o uzun sahneleri sevmeyen bir izleyici olarak Zeki Demirkubuz'un bu sahnelere hiç prim vermediğini gördükçe mutlu oluyorum açıkçası.

Bir şehir yaşantısının anlatıldığı filmde seçilen ana mekân bir sitenin C Blok'u ve filmin adı da oradan geliyor. Karakterlerin giyim tarzı, konuşma şekilleri, yaşam standartları gibi bütün faktörleri yan yana koyunca aslında şehir yaşantısını, insana etkilerini ve dönemi, filmin çok iyi anlattığını söylemek mümkün. Çok ön plana çıkan bir oyunculuktan bahsetmek zor olsa bile Tülay karakterini canlandıran Serap Aksoy'un bu konuda önemli payı olduğunu düşünüyorum. Filmin ana karakteri kendisi ve aslında çok kolay olmayan Tülay rolünün altından iyi kalktığı söylenebilir.

Sonuç olarak Zeki Demirkubuz'un izlediğim diğer filmlerine karşılık C Blok'un birkaç adım geride kaldığını söyleyebilirim ama kendisinin ilk filmi olduğu gerçeğinin unutmadan. Ne olursa olsun Fikret Kuşkan, Olgun Şimşek, Selçuk Yöntem gibi isimleri bundan yaklaşık 20 sene önceki hâlleriyle görmek ayrı bir keyifti. Sizde bir ara izleyin derim. Şimdiden iyi seyirler hepinize. 

22 Kasım 2012 Perşembe

The Royal Tenenbaums


















Bugün aslında Lars von Trier'in önce Dogville ardından da Manderlay filmlerini izlemeyi planlamıştım ama akşama kadar vakit öldürünce Gamze'nin bana birkaç hafta önerdiği The Royal Tenenbaums, iki film izlemekten daha çekici geldi. Gamze'nin bana önerdiği ilk film The Fall'du ve filmi beğenme katsayımı düşününce The Royal Tenenbaums bir hayli merak uyandırmıştı bende. Çünkü The Fall bir numara ise The Royal Tenenbaums iki numaradır diye bahsetmişti ve nitekim çok ertelemeden izledik filmi. Filmi oldukça beğendiğimi söyleyebilirim. Bu güzel filmin önerisi için sevgili arkadaşım Gamze'ye teşekkürlerimi iletiyorum.

Film 2001 yapımı ve yönetmenliğini daha önce hiçbir filmini seyretmediğim Wes Anderson yapmış. The Royal Tenenbaums 'un senaryosunu kaleme alan isimler ise filmin yönetmeni Anderson ile başrol oyuncularından Owen Wilson. Başrol tayfasına gelince Gene Hackman, Anjelica Huston, Ben Stiller, Gwyneth Paltrow, Luke Wilson, Owen Wilson gibi oldukça dikkat çeken isimlerle uzayıp giden bir liste çıkıyor karşımıza. 

Senaryoya gelince The Royal Tenenbaums'tan bir aile filmi olarak bahsedilebilir. Oldukça enteresan karakterlerden oluşan Tenenbaum ailesi yıllar sonra tekrar aynı çatı altında toplanır. Sorumsuz bir baba, başkasıyla evlenmenin arefesinde bir anne vardır. Çocukların karakterleri ise aslında çocukluk yıllarında belli olmuş ve yıllar geçtikçe o sorunlar pek geride kalmamıştır. Artık tekrar aynı çatı altında bir aile olma zamanıdır.

Notlarıma gelirsek, The Royal Tenenbaums'tan buram buram Fransız filmlerinin kokusunu almak mümkün. Özellikle görselliği ve yazılan karakterler ister istemez belli filmleri aklıma getirdi. Fransız filmleriyle pek aram olmasa bile Amelie, Jeux d 'enfants gibi pek çoğumuzun izlediği filmleri andırdığı bir gerçek. 

Oyunculukları ise çok beğendiğimi söyleyebilirim. Aslında göze batan hiçbir performans yok ama karakterlere uygun oyuncu seçimi konusunda kusursuz davranılmış diyebilirim. Mesela Gwyneth Paltrow'un bugüne kadar izlediğim filmleri içinde en çok yakıştığı rolüydü. Her ne kadar yazılan karakterin karizmasıyla da bu durum oluşmuş olsa bile Paltrow'un Margot karakterine çok şey kattığı kesin.

Sonuç olarak oldukça güzel bir film The Royal Tenenbaums. Yazıyı kısa kestiğime bakmayın çünkü detaylandırmak için çok uygun bulmadım filmi. Filmi farklı yapan unsurların ayrıntılardan ziyade yazılan karakterlerin orjinalliği olduğunu düşünüyorum ve filmi detaylandırmaya kalktığım zaman bu karakterlerden de uzun uzun bahsetmem gerekiyor. Uzun lafın kısası bir ara kendinize bir iyilik yapıp izleyin bu filmi. İyi seyirler.

15 Kasım 2012 Perşembe

Cloud Atlas


















Aylarca bekledikten sonra neredeyse bir ay kadar da vizyona girdikten sonra erteledim Cloud Atlas'ı. Tamamı bana yüklenemeyecek birkaç etkeni geride bırakıp dün tek başıma izledim filmi. Sinemaya tek başına giden insanlarız ama yalnızlığımızdan değil, bu keyfi paylaşmak istemediğimizden bu böyle. Gel gelelim geç olsa da filmi izlemeyi başardım ve twitter ile bloglardan spoiler yememek adına yaptığım kaçma hamlelerine gerek kalmadı artık. Filmin künyesi ve beklentilere karşılık mükemmelden bahsedemem ama tatmin ediciydi diyebilirim Cloud Atlas için. Filmi anlatmaya başlamadan önce Türkçe'ye Bulut Atlası diye çevrildiğini belirtelim.

Filmin yönetmenliği Andy-Lana Wachowski kardeşler ve Tom Tykwer yapıyor. Wachowski'lerin The Matrix, V for Vendetta ve Tom Tykwer'in Lola Rennt, Perfume: The Story of a Murderer gibi filmlerden oluşan geçmişleri ister istemez heyecanlandırmıştı bizi bu proje adına. Yönetmenlerinin isminin yanı sıra Cloud Atlas'ın oyuncuları da oldukça dikkat çekici. Tom Hanks, Halle Berry, Hugh Grant, Hugo Weaving, Susan Sarandon gibi müthiş isimlerle uzayıp giden bir liste ve 2004 yılında okuyucusuyla buluştuğunda ilgi toplamış bir kitap söz konusu olunca ve bütün bunlar bir araya geldiğinde merak uyandırmış bir film Cloud Atlas. David Mitchell'in aynı adlı romanında uyarlanan filmin senaryo kısmında ise yine yönetmenlerinin ismini görmek mümkün tahmin edeceğiniz gibi.

Filmin senaryosuna gelirsek, bize altı farklı hikâyeden bahsediyor Cloud Atlas ve farklı zaman dilimlerinde geçen bu hikâyeler belli noktalarla birbirine bağlanıyor. Belli noktalardan kastım aslında sadece "zaman" olarak nitelendirilebilir. Bu hikâyelerden özet olarak bile bahsetmek istemiyorum çünkü hem yazıyı gereksiz uzatacak hem de film zaten bir konu bütünlüğünde geçmediği için filmi izlemek adına merak uyandıracak türden değil. Cloud Atlas'a dair okuyabileceğiniz herhangi bir yazıda bu hikâyeleri görmeniz kuvvetle muhtemel ve eğer ille merak ediyorsanız rahatlıkla bulabilirsiniz.

Fikirlerimi anlatmaya oyunculardan başlamak istiyorum. Tom Hanks, Halle Berry, Hugo Weaving gibi filmde yer alan pek çok isim çok ciddi kitlelerin beğenisini kazanmış çok özel isimler. Buna karşılık Cloud Atlas'ta öne çıkan bir oyuncu performansından söz edemem. Bu isimlerin zaten hemen her filmlerinde belli bir standardın altına düşmeleri pek mümkün değil ve Cloud Atlas'ta da bu standardı rahatlıkla yakalamışlar ama sadece o kadar. Size bazen derim ya hani şov yapmış adeta diye, Cloud Atlas adına böyle bir performans dikkatimi çekmedi.

Filmin görselliğine gelince The Matrix filminin yaratıcılarının söz konusu olduğu bir projede çok fazla şey düşünmemiştik zaten bununla ilgili. Cloud Atlas'ın görselliği başarılıydı ve zamanlara göre değişen mekân ve kostümlerde çok iyi seçilmiş. 1800'lü yılların ortasından 2000'li yılların ortalarına kadar uzanan birkaç yüzyıllık serüvende bulunan geçişleri izlerken kostüm ve mekânların başarısı önemlidir elbette. Eminim izleyen herkesin bu konuda söyleyecek bir şeyleri vardır.

Cloud Atlas'ın esas senaryoya yani romana ne kadar sadık kaldığıyla ilgili ise bir şey söyleyemem. Nedeni kitabı okumamış olmam elbette. Aslında bir filmi izledikten sonra genel olarak filme dair bir şey yazmışlar mı diye göz attığım birkaç blogda Cloud Atlas'ın yazısını okuma fırsatım oldu ama onlarda da bu konuyla ilgili tatmin edici bir cevap bulamadım. Gerçi ne kadar güvenilir bir kaynak olursa olsun bu konuda kendi fikrim olmadan bir şey söylemem. O yüzden yorum yok deyip köşeme çekiliyorum. Bir gün kitabı okur muyum bilmiyorum ama en azından kısa vadede böyle bir şey yapmayacağım kesin.

Bahsedebileceğim bütün iyi notlara karşılık filmde beni rahatsız eden bir nokta oldu. Kitapta bu konulardan nasıl bahsedilmiş bilmiyorum ama filmin mesaj verme olayı biraz abartılıydı sanki. Eğer bir filmin mesaj verme amacı varsa, sinema seyircisi genellikle bunun abartılmamasını ve üstü kapalı bir şekilde verilmesini sever. Cloud Atlas'ta ise bu mesajlar seyircinin adeta gözüne sokularak vurgulanmış. Kölelik, kudreti olan birinin olmayan birine karşı bunu kullanması, sisteme başkaldırı, teknolojinin dünyaya zararları gibi kavramlarla uzayıp gidebilecek kocaman bir liste söz konusu. Diğer izleyicileri bilemem ama bence rahatsız edici boyutta fazla ve aleniydi.

Bütün bu anlattıklarımın sonucu olarak size seyirliği yüksek bir film olduğunu söyleyebilirim Cloud Atlas'ın. Peki beklentilerimi karşıladı mı? Çok büyük beklentilerle gitmedim filme ama merak katsayımı düşününce belki biraz altında kalmış diyebilirim. Çok iyi değildi ama vasat olduğu da söylenemez. İzlemeniz için önermekle beraber ısrarcı olmuyorum.

Sinemanın World War Z fragmanı ile çalkalandığı şu günlerde Skyfall'a uğramadan, Cloud Atlas kaçıp gitmeden izledik ve mutluyuz. Bir film için kimseyi beklemeyin, sinema yalnız başına daha iyidir, insanları mutlu etmek zordur. Sinemayı yalnız başınayken daha çok seven bu dünyanın yaramaz çocuklarıyız. Ertelemeyin.

7 Kasım 2012 Çarşamba

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra


















Kitap okumayı unutmama az kalmıştı ki Barış Bıçakçı yetişti imdadıma. İnsanın ne kadar meşgul olabileceği gerçeğiyle yeni yeni tanışmaya başladığım şu günlerde nihayet güzel bir kitap okudum. Aslında bir süre önce Chuck Palahniuk'un Kaçaklar ve Mülteciler'ini almıştım elime ama yarısına kadar okuyabilmiş hâlimle söyleyebilirim ki Chuck Reis'e ait okuduğum en kötü kitaptı. Her ne kadar yarıda bırakmamak için kendimi zorlamış olsam da bunu beceremedim ve onunla birlikte birkaç ay önce aldığım Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra'yı okudum. Son birkaç ay içinde okuduğum dördüncü Bıçakçı kitabı ve ben diğer üçünü yazdığım gibi bunu da yazacağım elbette.

Barış Bıçakçı bu kez intihar eden bir genç kızın çevresinde şekillenen bir hikâye anlatmış bize. Kitabın arka kapağında birbirine yaklaşan, kendi içlerine ve geçmişe dalan gibi cümlelerle özetlenmiş bu durum. Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra'nın anlatıldığı şehrin diğer Barış Bıçakçı kitapları gibi Ankara olma ihtimalini soracak olursanız, size vereceğim cevap %100 olur. Ankara'yı seviyor, sevdiriyor bu adam. 

Daha önce yazdığım Veciz Sözler belli sebeplerden ötürü okuduğum en özel Barış Bıçakçı kitabı idi. Çünkü Veciz Sözler'in bünyeme ait dokunduğu çok özel yerler vardı be bundan ötürü biraz fark yaratmıştı. Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra da mükemmel bir kitap olmuş ama Veciz Sözler hâlâ bir adım önde benim için. Fakat bir sıralama yapsaydım Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra'yı ikinci sıraya koyardım.

Açıkçası bir süredir aldığım bir tekliften ötürü yıllar önce rafa kaldırdığım bir roman projesi ile uğraşıyordum. Biraz debelendim ama aceleye getirince istediğimden farklı ve vasat bir şeyler ortaya çıkınca şu an itibarı ile bir süre daha askıya aldım sanırım. Günün birinde bir roman yazarı olur muyum ya da olabilir miyim bilemiyorum ama bir gerçek var ki yazı yazmak kendini geliştirebileceğin bir konu olsa da bazılarının bazı şeylerle doğdukları kesin. Günün birinde Oğuz Atay, Barış Bıçakçı ya da onlar gibi bir takım yazarların kurabildiği cümleleri kurabilir miyim acaba? İnsanı okurken heyecanlandıracak cümleleri o kadar basit kelimelerle anlatabilecek kadar yetenek sahibi miyim ya da bunu zamanla kazanabilir miyim bilmiyorum. Şu bir gerçek ki bu adamlar bizimle aynı kafada adamlar değil. Bizim yaşadığımızdan farklı gerçeklerle yaşadıkları kesin. Sanırım o kafaya ulaşabilmek için çok okumak, çok yazmaktan başka yapabilecek bir hamlem yok. Eğer varsa da bilmiyorum.

Barış Bıçakçı'ya gelince söyleyecek birkaç şeyim var kendisiyle ilgili her zaman olduğu gibi. Dostum, her kimsen Eryaman'da yaşamış ve 540 numaralı EGO seferini defalarca kullanmış olma ihtimalin yüksek. Bunu tamamıyla Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra'dan çıkarttım ve okuyacağım diğer kitaplarında buna benzer başka ipuçları bulmayı umut ediyorum. Senin sinemaya uyarlanmış bir kitabın bile var. Hayır galaya falan gitmedin herhâlde ki(filmin galası yapıldı mı bilmiyorum) bir fotoğrafına falan ulaşamıyoruz. Okuduğumuz biyografilerin seni tanımak için çok kısa ve yetersiz. Tanınmak, gizli kalmak, bilinmemek istiyorsun diye düşünüyorum ve teknolojinin bir tıkla her şeyi ayağımıza getirdiği şu günlerde bunu bu derece başarıyor olman gerçekten takdire değer. Yazdıklarına hayranım ve benden daha çok hayran olan insanlar tanıyorum. Buna rağmen seni sadece yazdıklarınla biliyor olmamız daha mı iyi, görmek hakkımız mı, daha ne kadar bunu başarabilirsin ve bunun gibi soruların cevabını bilemiyorum. Ama her neredeysen en azından bir görün be üstat, merak ediyoruz. Bu kadar gizli kalmaya daha ne kadar devam edebilirsin ki?