30 Temmuz 2012 Pazartesi

Canistan


















Yusuf Atılgan'ın yazdığı Anayurt Oteli ve Aylak Adam'dan sonra üçüncü ve son romanı olan Canistan'ı okudum bugün. Diğer ikisini okuyalı da çok uzun zaman olmadı ve ben bunlardan Anayurt Oteli'ni sizin için yazmış, Aylak Adam'ı ise hatırını kıramayacağım bir arkadaşımın ricası üzerine yazmamıştım. Anayurt Oteli ve Aylak Adam'ın önemli ölçüde gösterdiği benzerlikler -ki bu benzerliklerin ne olduğundan yazının içeriğinde bahsedeceğim- Yusuf Atılgan'ın tarzı hakkında bir hayli fikir vermişti. Buna karşılık Canistan daha farklı bir şeylerden bahsediyor.

Kitabın konusuna gelirsek, Osmanlı Dönemi'nde geçen bir hikâyeden bahsediyor. İkinci Meşrutiyet ve Milli Mücadele Yıllarında, Manisa civarında geçiyor hikâye ve aslında kitabın arkasında yazdığı gibi bu hikayeyi trajik olarak tanımlamak çok doğru olur. Selim ve Ali iki dosttur ve bu dostlukları çocukluk yıllarından gelir. Zaman içinde Ali, karısı ve çocuğuyla sakin bir hayat süren bir yetişkin haline gelirken Selim bir çeteciye dönüşür. Kitap bu iki eski dostun acı karşılaşmasıyla okuyucusuna merhaba der.

Anayurt Oteli ve Aylak Adam'ın anlattığı hikâyeler daha psikolojik türdeydi. Kendini toplumdan soyutlayan karakterler üzerinden anlatılmış romanlardı. Aslında okuduğum bu ilk iki kitabından sonra -eğer ömrü vefa etseydi- bu tarz üzerinde yoğunlaşacağını ve bu türde bir numara olarak anılacağını düşünmüştüm. Lakin Canistan ile daha farklı bir hikâyeyle ne kadar başarılı olabileceğini görmüş oldum Yusuf Atılgan'ın. Üstelik yarım kalmış bir roman olmasına rağmen.

Canistan üç bölümden oluşuyor. Duruşma, yargıç ve tanık isimli bu üç bölümün sanık isminde bir dördüncüsü olacakmış ama Yusuf Atılgan'ın ömrü buna vefa etmemiş. Buna rağmen kitap pek yarım kalmış gibi görünmüyor ama yazılamamış bir dördüncü bölümün varlığından haberdar olduğumuz için ister istemez bir merak uyanıyor.

Canistan, trajik bir dostluk ve aşk öyküsü anlatıyor. Yusuf Atılgan'ın en az diğer iki romanı kadar başarılı Canistan. Oldukça kısa zaten ve tek nefeste birkaç saat içinde okuyabilirsiniz. En kısa zamanda bu konuyla ilgilenmeniz dileğiyle, hepinize iyi okumalar.

29 Temmuz 2012 Pazar

Ağır Roman


















Metin Kaçan 'ın aynı adlı çok satan romanında uyarlama bir film Ağır Roman. Şu sinemamızın kan ağladığı dönemlerin bitişine doğru bir nefes daha sağlayan filmlerden bir tanesi. Masumiyet 'i yazarken bugüne kadar en sevdiğim yerli yapımın Masumiyet olduğundan bahsetmiştim. Çok yeri sağlam olmamakla beraber ikinci sıra içinde Ağır Roman 'ın ismini verebilirim. Daha önceleri izlemiştim filmi elbet ama önceki gün tekrar izledim ve yazılarımın içinde bulunması gerektiğini düşünüyorum. Pek çok detayıyla fark yaratmış bir yapım Ağır Roman ve yazının içeriğinde bunlardan bahsedeceğim. Kitabını henüz okumadım o yüzden kitap tutarlılığıyla ilgili yorum yapmam mümkün değil. Ama merak listemin içinde ve bir gün okumak istiyorum.

Filmin yönetmeni Mustafa Altıoklar. Altıoklar, 1958 yılında dünyaya gelmiş. Projeleri arasında Ağır Roman 'ın bir hayli fark yaratmış olduğunu söylesek yanlış bir şey söylemiş olmayız diye düşünüyorum. Sadece Mustafa Altıoklar projesi olarak değil, bizim sinemamız adına da fark yaratmış bir proje, fark yaratmış bir film. Altıoklar 'ın bende en çok yer etmiş görüntüsü ise Demet Sağıroğlu 'nun "Yarın Olmaz" şarkısının klibinde yer alan hikayede canlandırdığı rolüdür.


MUSTAFA ALTIOKLAR


1997 yılında yapılan Ağır Roman filminin Metin Kaçan 'ın aynı adlı romanından uyarlandığını söylemiştim. Bunu senaryolaştıran ise yine Mustafa Altıoklar. Filmin müzikleri oldukça dikkat çekici ve patron koltuğunda Atilla Özdemiroğlu 'nun ismi var. Özdemiroğlu 'nu Muhsin Bey filminden hatırlamak mümkün. Müzikler adına Uğur Dikmen ve Balık Ayhan 'ın hakkını vermeden geçmeyelim. Başrol kadrosu ise bir hayli dikkat çekici ki filmi farklı bir noktaya taşıyan sebeplerden bir tanesi bu kadronun rollerinin hakkını çok iyi vermiş olması. Okan Bayülgen, Müjde Ar, Mustafa Uğurlu, Savaş Dinçel, Burak Sergen gibi son derece ilgi çekici bir kadrodan oluşuyor.

Konuya gelirsek, 1970 'lerin İstanbul 'u. Burası Kolera Sokağı. Burada hayat biraz farklı devam ediyor. Burada havadan esrar kokusu geliyor, berber çırakları sakal tıraşını öğrenmek için balonu köpürtüp antrenman yapıyor, faili meçhul cinayetler işleniyor, neredeyse her köşe başında evsizler ateşin etrafına toplanıp şarap içiyor, mahalleliye keyif bulmak için bir darbuka sesi yetiyor. Kolera Sokağı 'nın kabadayıları, onlara özenen ufak bitirimler de eksik değildir. Günün birinde mahalleye bir Rum Dilberi yerleşir. Ondan sonra işler biraz farklılaşır, roller değişir, düzen farklılaşır.




Ağır Roman 'ı özel yapan sebeplerden bir tanesi anlatım dili kesinlikle. Türk Sineması 'nın kara mizah anlayışından daha farklı bir sunumla seyircisiyle buluşuyor. Çalınan müzikler filmin değilde senaryonun bir parçası. Arap Sado ile Reis 'in bıçaklarla kapıştığı sahnede darbuka ile verilen ritim buna bir örnek. Oyunculuklar ise çok önemli. Çünkü standart bir karakter olarak bulunan çok az rol var. Berber Ali bunlardan bir tanesi. Roller abartı karakterlerden oluşuyor ve bunlara hayat veren oyuncular altından çok iyi kalkmış.

Aktarılacak bir diğer not ise Müjde Ar, Aysel Gürel, Mehtap Ar üçlüsünün bir arada yer aldığı tek film Ağır Roman. Diyalogları ise kült mertebesine erişebilecek kadar başarılı. 1980 'li yıllarla birlikte sinemamızda başlayan diyalog sıkıntısını bir başka boyuta taşıyor Mustafa Altıoklar. Mekan seçiminde yakalanan başarı övgüyü hak eden bir başka ayrıntı olarak dikkat çekiyor. Bu arada Mustafa Altıoklar 'ın filmde yer aldığını ve onun dışında Zafer Algöz, Küçük İskender gibi isimlerin de Ağır Roman 'da yer aldığını belirtelim.




Her yönüyle fark yaratmış Ağır Roman 'ı izlemeyenleriniz varsa en kısa zamanda bu konuyla ilgilenin. Her bir sahnesine, her bir müzik ezgisine, her bir söze dikkatlice kulak verin. Ne diyordu mahallenin evsizleri ateş başında: "Savrulurken raconun kırmızı pelerini o zarif öfkeye/ Zaman ki sana hasta oldu, incelikli haytasın/ Nüksederken raksına mahallenin maşallahı, eyvallahı/ Güzelleş be oğlum, şimdilik ölümüne kadar hayattasın!"

22 Temmuz 2012 Pazar

Fareler ve İnsanlar


















Dün kitapçıda bakınırken her zaman olduğu gibi kitap satın alamadan çıkamadım dışarıya. Günün birinde çok param olursa bütün servetimi bir kitapçıya bırakıp çıkabilecek potansiyele sahibim. Aldığım birkaç kitaptan bir tanesi Steinbeck 'in Fareler ve İnsanlar 'ıydı. Adını çok çok duyduğum bu romanı şimdiye kadar okumamıştım ve bugün bulduğum birkaç saat boşlukta okuyup bitirdim. Klasiklerden bir tanesini daha okumuş olmanın mutluluğu içerisindeyim. Kitap beni çok etkilemiş olmasa bile, genelde beğeni anlayışımın iki uç noktasında yer alan klasikler içinde kendine, beğendiklerim arasında yer buldu. 

Fareler ve İnsanlar 'ın yazarı bahsettiğim gibi John Steinbeck. Steinbeck 1902 - 1968 yılları arasında yaşamış Amerikalı bir yazar. Pek çok önemli eseri Dünya Edebiyatı 'na kazandıran yazarın Gazap Üzümleri 'nden sonra en bilinen kitabı Fareler ve İnsanlar. Steinbeck, Pulitzer ve Nobel Ödülü kazanmış önemli bir yazar olarak dikkat çekiyor. Aslında genel anlamda bakıldığında adından en çok söz ettiren Amerikalı yazar olarak bahsedilebilir kendisinden. Edebiyat konusunda Fransız ve Rus yazarların ön safta olduğunu düşünürsek Amerika adına oldukça önemli bir isim olduğunu söyleyebiliriz. 1919 yılında Stanford Üniversitesi 'ni kazanan John Steinbeck 'in sadece yazarlık adına kendisine faydası olabilecek derslere girmiş olması ve bir süre sonra okuldan ayrılması enteresan bir not olarak dikkat çekiyor. İlk denemeleri edebiyat çevresinde pek dikkat çekmeyen Steinbeck, 1935 yılında yazdığı Yukarı Mahalle romanı ile dikkat çekmeyi başarmış ve sonra Gazap Üzümleri, Fareler ve İnsanlar gibi önemli eserleri Dünya Edebiyatı 'na sunmuş. Şu an edebiyat çevrelerince en çok saygı duyulan yazarlardan bir tanesi olduğunu söyleyebiliriz.


JOHN STEINBECK


Fareler ve İnsanlar iki arkadaş üzerinden anlatılan bir hikaye. İsimleri George ve Lennie olan bu iki arkadaşın yerleri yoktur. Tek hayalleri bir miktar para kazanıp kendilerine ait bir arazi satın almaktır. Lennie biraz farklıdır. Zekası bir çocuktan farksız, iri yarı, oldukça güçlü, etrafında bulunan varlıklara istemeden zarar verebilen bir adamdır. Sahip oldukları arazide satın alacakları tavşanları beslemenin hayaliyle yaşar ve bunu o kadar çok ister ki bunun ancak bir hayal olduğunu düşünen arkadaşı George 'un bile inanmasını sağlar. Başını istemeden belaya sokan çocuk zekasında bir adam, onu çok seven bir arkadaşı, yeni bir yer ve hayalleri...

Arkadaşlık üzerine etkileyici bir hikaye Fareler ve İnsanlar. Amerika 'nın yaşam şekline dair ufak tefek ayrıntılar bulunuyor kitapta. Kitap 110 sayfa ve bir nefeste okuyabileceğiniz türden. Ne sıkıyor ne yoruyor okurken. Hala okumadıysanız bir ara bunu deneyebilirsiniz pişman olmayacaksınız. Bu arada 1939 ve 1992 yapımı iki film uyarlaması da mevcut kitabın ve 1992 versiyonunu bir ara izlemeyi düşünüyorum. Steinbeck 'in pek çok kitabının sinemaya uyarlandığını da söylemeden geçmeyelim. Hepinize iyi okumalar.

19 Temmuz 2012 Perşembe

Veciz Sözler


















Barış Bıçakçı ile henüz tanıştığımı yazılarımı takip edenler bilirler. Bizim Büyük Çaresizliğimiz ile başladıktan sonra arayı hiç açmadan yeni bir Barış Bıçakçı kitabı okudum. Aslında kendisini okumaya ilk karar verdiğim zaman Gözde, ilk olarak Veciz Sözler 'i okumamın iyi olacağını söylemişti. Eminim en çok onu beğeneceksin demişti ama kitapçının elinde kalmadığı için Bizim Büyük Çaresizliğimiz 'i alarak Veciz Sözler 'i ertelemiştim. Dün satın aldığım iki Barış Bıçakçı kitabından bir tanesiydi Veciz Sözler ve bir hevesle okuyup bitirdim kitabı. Zaten oldukça ince bir kitap olduğundan ve akıp gittiğinden derin bir nefes yetti bitirmeye. Sonuç mu? Gözde haklıymış. Veciz Sözler çok farklıydı ve harikaydı. An itibarı ile Veciz Sözler birinci, Bizim Büyük Çaresizliğimiz ikinci sırada. Bu yakınlarda bir aksilik olmazsa Herkes Herkesle Dostmuş Gibi 'yi de okuyacağım. Yazısını yazarken yeni sıralamadan da söz ederim sizlere. Okuduğum her Barış Bıçakçı kitabını sizin için yazacağım buraya. Şimdilik Veciz Sözler 'den bahsedelim.

Yine bir Ankara kitabı olmuş. Barış Bıçakçı ile ilgili çok fazla bilgiye ulaşamadığımı söylemiştim Bizim Büyük Çaresizliğimiz 'i yazarken. Tahminimce bir Ankara geçmişi var ve Bıçakçı bir Ankara düşkünü olsa gerek. En azından ikide iki ile gittiğimi söyleyebilirim. Haklı dayanaklarım var yani. Yaşım ilerledikçe zamanıyla boğulduğum bu şehri sevmeye başlamam ve bu yılların Ankara 'nın edebiyatı ve sineması üzerinde tavan yapması oldukça keyif verici. Barış Bıçakçı ise bu işin sonuna kadar hakkını verenlerden. 

Kitaptan bahsedecek olursak, Veciz Sözler bir radyo programının ismidir ve programın sunucusu Sulhi Saygılı 'dır. Her programda bir kelimeyi tema olarak belirler ve bu kelime üzerinden "veciz sözler" türetir yayına katılanlar. Her radyo programı gibi Veciz Sözler 'in de müdavimleri vardır. Arkadaşlık, dostluk, aşk gibi hayatın önemli ayrıntıları üzerine herkes bir cümle üzerinden fikirlerini söyler. Bununla birlikte Sulhi Saygılı 'nın hayatı, geçmişi ve bugünü anlatılır.

Sulhi Saygılı bir şeyleri sorgular kitapta. Kim gibi biliyor musunuz? Tutunamayanlar gibi. Zaten Barış Bıçakçı bu ayrıntıyı atlamaz ve Oğuz Atay 'a öyle bir selam eder ki Veciz Sözler 'de, eğer Tutunamayanlar 'ı okumuşsanız istemsiz bir tebessümle okuyacaksınız o satırları. Salinger ve Salinger 'ın Gönülçelen 'ini de pas geçmemiş Barış Bıçakçı. Daha önceleri hem Gönülçelen hem Tutunamayanlar 'ı okuyan biri olarak sanırım Veciz Sözler için doğru zamanı yakaladığımı söyleyebilirim. Kitabı okuyun ve nasıl selam etmiş görün diyorum size. Son bir not: kitabın kapak resmi mükemmel görünüyor ve oldukça dikkat çekici. 

Beni tanıyanlarınız bilir. Benim bir defterim vardır. Beğendiğim kitap cümlelerinin altını çizer ve sonra o defterime not ederim tek tek. Neredeyse her bir satırı altı çizilecek türden olan Veciz Sözler için böyle bir şeye kalkışmaya cesaret bile edemedim. Elbette aralarında kendini çok belli edenler var. Ama diğerlerine haksızlık olsun istemedim. Çok fazla uzatmaya gerek yok. En kısa zamanda bu kitabı edinin ve okuyun. Barış Bıçakçı kesinlikle okunası bir adam. Sadece Oğuz Atay 'dan bahsetmiş olması ve ona saygı duruşunda bulunması bile okunması için bir sebep değil mi?

17 Temmuz 2012 Salı

Kosmos


















İzlemek üzere tam üç kez başlamıştım Kosmos'a ama bir şekilde yarım bırakmak zorunda kalmıştım. Kendi kendime "Kader izlememi istemiyor" diye tribe girmenin eşiğindeydim ki nihayet bugün başlayıp bitirmeyi başardım bu filmi. İzlediğim ilk Reha Erdem filmi olması, pek çok sinema otoritesine göre bugüne kadar yapılmış en iyi yerli yapımlardan olması, izlenmek üzere oluşturduğum yerli filmler listemin en önemli parçalarından olması gibi bileşenler Kosmos'u önemli yapan sebeplerdendi. Açıkçası şu benim listemde bulunan filmlerden en çok merak ettiklerimin son halkası Kosmos ve bundan sonra hangi filmi izleyeceğime dair bir fikrim yok. Hayırlısı deyip filme geçiyorum.

Yönetmenden biraz bahsetmemiz gerekirse Reha Erdem 1960 İstanbul doğumlu. Galatasaray Lisesi, Boğaziçi Üniversitesi gibi önemli eğitim kurumlarında eğitim gören Erdem, 1983 yılında Paris'e gidip sinema okumuş. Sinemamızın kan ağladığı 1990'lı yıllarda çıraklığını yaşayıp şu an sinemamıza yön veren ustalardan bir tanesi Reha Erdem. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz gibi isimlerden oluşan zincirin önemli halkalarından. İlk filmi A ay'ı, 1988 yılında çektikten sonra arada bulunan uzun boşlukta reklam yönetmenliği yapmış. Sinemamıza önemli yapımlar kazandıran Erdem'in son filmi Kosmos. Paris yıllarında Plastik Sanatlar eğitimi de alan Reha Erdem, ilk filmi A ay dışında her filminde Florent Herry isimli görüntü yönetmeni ile çalışmış. Kurgu ve ses tasarımı gibi konular üzerindeki hassasiyeti "Reha Erdem Sineması" tanımını oluşturan faktörler gibi görünüyor.

Kosmos'a gelince, 2010 yılında seyircisine merhaba demiş dikkat çekici bir film olarak göze çarpıyor. Hayat Var'ın hemen ardından çektiği Kosmos ile Reha Erdem adından oldukça söz ettirmişti. Sinema Dergisi'nin En İyi 100 Türk Filmi özel sayısında, pek çok sinema yazarının değerlendirmesinde bugüne kadar yapılmış en başarılı yerli yapım olarak onurlandırılmış durumda. Kosmos'un senaryosu yine Reha Erdem'e ait. Başrol isimlerine gelince Sermet Yeşil, Türkü Turan ve Serkan Yeşil isimlerini görüyoruz. 

Senaryodan bahsedersek, Battal(Sermet Yeşil) bir yabancı olarak geldiği karla kaplı bir yerleşim yerinde tesadüfen bir çocuğun hayatını kurtarır. Yabancıları barındırmaktan sıkıntı duymayan halk, daha ilk günden hayat kurtaran bu adama kollarını açar, onu benimser. Ama Battal biraz farklı bir adamdır. Söyledikleri, yaptıkları, karakteri pek anlaşılmaz halk tarafından. Zamanla birkaç mucize gerçekleştiren Battal kısmen çekinilen biri olmaya başlasa bile aslında zararsız olduğu belli gibidir. Kurtardığı çocuğun ablası(Türkü Turan) ile arasındaki diyalog ise bambaşkadır.

Düşüncelerimi söylemem gerekirse filmin bir fark yarattığını söylerken zorlanmıyorum. Bunun hem senaryoya hem işin teknik kısmına yönelik sebepleri var. Senaryoya yön veren Sermet Yeşil ve Türkü Turan'ın diyaloğu, mucizeler gerçekleştiren bir adam gibi durumları sinemamızda pek görmeyiz. Görüntü ve ses olayı ise tam bir yönetmen başarısıydı diyebiliriz. Reha Erdem kesinlikle kendini belli etmiş bu konularda. Buna karşılık film beni çok etkiledi, koltuğa çakılıp nefessiz izledim gibi şeyler söyleyemem size. Vasatın üstünde, her şeyiyle fark yaratmış güzel bir filmdi. 

Kosmos, o sene düzenlenen Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Görüntü Yönetmeni dallarında ödüle layık görülerek onurlandırılmıştı. Film henüz yayınlanmadan önce yayınlanan fragmanının oldukça beğenildiğini belirtmeden geçmeyelim. Kendi adıma filmin afişini de oldukça başarılı buldum. Kars'ın o karla kaplı görüntüsü de kesinlikle harika yansıtılmış perdeye. Aslında filme dair övgüyle bahsetmek istediğim birkaç nokta var ama spoiler vermemek adına istemeyerek vazgeçtim.

Kosmos başarılı bir yapım olmuş. Ayrıca bir noktadan Reha Erdem filmlerine başlayarak son dönemdeki yeni yönetmenleri seyretme işine bir halka daha ekledim. Şimdiden iyi seyirler hepinize. Kosmos, Reha Erdem'e başlangıç için iyi bir seçim oldu sanırım. 

11 Temmuz 2012 Çarşamba

My Blueberry Nights


















Tam anlamıyla Kaybedenler Kulübü tadında yaşadığım son birkaç günün üstüne uyumak için yatağıma uzanmıştım ki uyuyana kadar bana bir film eşlik etsin istedim. Genelde film izlerken uyumak istemememe rağmen inceden uyuklar dururum. Bugün ise uyumak için bir film açtım ve sonuna kadar sevgili uykum gelmedi de gelmedi. Özellikle yavaş ilerleyen, romantik ve izlediğim bir film olsun istedim. My Blueberry Nights'ı seçtim. İşin aslı favorilerimden bir tanesidir My Blueberry Nights. Bu filmi çok sevdiğimi söylediğim birinden "Bırak abi ya kız filmin başından sonuna kadar pasta yiyor başka bir olayı yok." diye bir tepki almış ve tartışmaya girmemek için kendimi zor tutmuştum. Güzel Türkçeme "Benim Aşk Pastam" diye çevrilen filmin tam karşılığı sanırım "Benim Yabanmersinli Gecelerim" tadında bir şey oluyor. Bu dil geyiğini neden yaptığıma dair ise hiçbir fikrim yok. Kasıtlı olmamakla birlikte günün anlam ve önemine yakışan bir film olduğunu belirtmek isterim. Bu arada film birden fazla kez izlediğim sayılı filmlerden deyip ayrıntılara geçiyorum.

Film 2007 yapımı. Yönetmenliğini Uzak Doğulu yönetmen Kar Wai Wong üstlenmiş. Kendisi aynı zamanda senaristlerden bir tanesi. My Blueberry Nights'ın oyuncu kadrosu ise bir hayli dikkat çekici. Esas kızımızı oynayan Norah Jones(kendisinin ilk oyunculuk denemesi ve aslında tek sayılabilir)'a Jude Law, Natalie Portman, Rachel Weisz, David Strathairn gibi isimler eşlik ediyor. Filmin müzikleri de Norah Jones'a ait ve çok başarılı bulduğumu söylerken pek zorlanmıyorum.

Senaryoya gelirsek, Elizabeth(Norah Jones) sevgilisi tarafından aldatılmış ve bunu öğrenince soluğu bir pasta dükkanında almıştır. Buranın sahibi olan Jeremy(Jude Law) ile yabanmersinli turta ve ilişkiler üzerine güzel bir muhabbete başlayan Elizabeth bir gün evinin anahtarını(filmde anahtarlar üzerine işlenmiş güzel bir tema var) Jeremy'ye bırakır ve ülke turu yapmaya başlar. Amacı aşkın ve ilişkilerin anlamını öğrenmek ve para biriktirip bir araba satın almaktır. Tanık olduğu her yeni ilişki tanımı için ise Jeremy'e bir kart atar. Bazı şeylerin kağıt üzerinde daha güzel durduğuna inanan Elizabeth'in kart attığı sevgili arkadaşı Jeremy'nin durumu Elizabeth'ten çok farklı değildir. Dükkanına adını verecek kadar çok sevdiği bir kız tarafından terk edilmiştir. Elizabeth'in gezisi sırasında karşısına çıkan Arnie(David Strathairn), Sue Lynne(Rachel Weisz), Leslie(Natalie Portman) gibi isimler ise hayatına yeni anlamlar katacaktır.

Eğer "Aşk filmi" diye bir tabir varsa - ki bence olmamalı çünkü çok eğreti duruyor - izlediğim aşk filmleri arasında en beğendiğim filmdir My Blueberry Nights. Çünkü olayı diğer filmlerden biraz farklı. Sonuçta ileride pastane açma hayali olan biri olarak esas oğlanın pastacı olması, esas kızın aşkın anlamını aramak için ülkeyi gezmesi ve yeni insanlarla tanışıp bir şeyler öğrenmesi bence fark yaratan unsurlar. İkili diyaloglar son derece başarılı. Film, mükemmel replikler barındırıyor ve bunlardan bir tanesi benim bugüne kadar duyduklarım içinde en iyilerinden. Repliğimiz "How do you say goodbye to someone you can't imagine living without?" cümlesinden oluşuyor. İngilizce bilmeyenler için "Onsuz yaşayacağınızı hayal edemediğiniz birine nasıl hoşçakal dersiniz?" şeklinde çevrilmesi mümkün.

Oyunculuklar ise çok dikkat çekici değil. Norah Jones dahil herkes belli bir standartı yakalamış. Ama bunlardan bir tanesi kendi fikrimce bir hayli ön plana çıkıyor. Rachel Weisz tek kelimeyle döktürmüş. Özellikle barda sarhoş olduğu sahneye dikkat diyorum. Natalie Portman'ı güzelliğini çok beğendiğimi söyleyebilirim ve gördüğüm en güzel hali My Blueberry Nights'taydı. Son olarak müziklere adapte olmaya çalışın gibi bir öneride bulunabilirim sizlere.

Bu aralar çok düşündüğüm bir konu var. Dediğim gibi pek çok şey üst üste geldi ve düşünmek için çok fazla nedenim ve zamanım var. Hiç aşık olmamış biri olarak şu soruyu kendimize ve birbirimize bir kez daha sormakta fayda görüyorum: Filmlerdeki gibi aşklar var mı, yok mu?

8 Temmuz 2012 Pazar

Bizim Büyük Çaresizliğimiz


















Bu aralar yine vaktim yok. Ben yine yetemiyorum hiçbir şeye ve hiç kimseye. Bu durumdan blog nasibini almamış olsa şaşardım zaten. Buralarda yokken Barış Bıçakçı 'yla tanıştım ben. Gözde 'nin önerisi. Eskiden kafamın dikine giderken bu aralar ne kadar çok öneri dinlemeye başladım değil mi? Aslında size Korkuyu Beklerken 'i yazarken kitapların mevsimleri olabileceğinden ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz 'i okumak için kışı bekleyebileceğimden bahsetmiştim. Neyse denk geldi ve ben yazın ortasında bu kitabı okumuş bulundum. Kitabın 2011 yapımı bir film uyarlaması da mevcut. Kitabı okuduktan sonra filmi izlemek için çok düşünmedim. Film nispeten kitabın birkaç adım gerisinde ama bloga yazabileceğimi söylemem mümkün. Ama Bizim Büyük Çaresizliğimiz 'i, Anayurt Oteli gibi ayrı ayrı değilde tek bir yazıda harmanlayarak yorumlamaya karar verdim. Anlatmaya başlamadan önce bu harika kitap için Gözde 'ye kucak dolusu teşekkürlerimi iletiyorum. 

Bahsettiğim gibi kitabın yazarı Barış Bıçakçı. Barış Bıçakçı bu topraklardan çıkan yazarlar içerisinde kendi hayran kitlesini oluşturmayı başarmış yazarlardan bir tanesi. 1966 yılında Adana 'da dünyaya gelen Bıçakçı 'nın en beğenilen kitaplarından bir tanesi Bizim Büyük Çaresizliğimiz. Kendisi tahmin edeceğiniz üzere filmin senaristlerinden. Nasıl oldu, nasıl başardı bilmiyorum ama bu kadar çok ismi zikredilen biri olarak internet üzerinde kendisinin biyografisine ve fotoğrafına ulaşmak çok kolay değil. Gizemli olan her zaman daha caziptir sözü için doğru yer burası mı bilmiyorum ama insanın merakta kaldığı bir gerçek. 

Kitabın konusuna gelirsek, ilk belirtmem gereken şey bir Ankara hikayesi olduğu. Malumunuz Ankara son dönemde oldukça popüler durumda. İstanbul, İzmir falan güzel yerler ama Ankara 'nın çok kendine özgü bir edebiyatı olduğu su götürmez bir gerçek. Bunu bize fark ettiren şey sinemacıların ve edebiyatçıların Ankara üzerinde çok durması mı yoksa benim son dönemde nefret ettiğim bu Şehr-i Ankara 'yı sevmeye başlamam mı emin değilim. Nitekim Barış Bıçakçı ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz 'de bu durumdan nasibini almış. Ender ve Çetin iki yakın hatta çok yakın arkadaştır. Uzun yıllardır devam eden arkadaşlıkları orta yaşa geldikleri yıllarda aynı eve çıkmaya kadar sürükler ikisini. Bir diğer yakın arkadaşları olan Fikret bir trafik kazasında anne ve babasını kaybeder. Fikret, Ankara 'dan ayrılmak zorundadır ve kız kardeşi Nihal 'i emanet edecek kimsesi yoktur. Ender ve Çetin hariç. Nihal, Ender ve Çetin ile birlikte yaşamaya başlayan üniversite çağında güzel bir kızdır. Artık aynı evin içinde yaşayan, geçmişin aşk acılarıyla yoğrulmuş ve aslında en büyük aşkları birbirlerine duydukları dostluk olan orta yaşlarda iki adam ve her türlü hatayı yapmaya müsait savunmasız bir genç kız vardır. Bundan sonra olaylar gelişir ve olan biten her şeyi Ender 'in ağzından son derece akıcı ve keyifli bir anlatımla okuruz. 

Kitabın oldukça başarılı olduğunu ve çok beğendiğimi söylerken zorlanmıyorum. Mevsimi belki kıştı ama son zamanlarda yaşadığım ruh halinin baharla pek alakası olmadığından kışın okumuş gibi sindirdim içime kitabı. Size bir öneride bulunmam gerekirse, elinize bir kalem alın çünkü altını çizmeniz gereken pasajlar ve cümleler bol bol mevcut Bizim Büyük Çaresizliğimiz 'de. Yazara hayran olmamak elde değil. İster istemez diğer kitaplarına bir merak oluştu ve zamanla alıp okumaya başlayacağım elbet. Aslında hep böyle oluyor. Yani ben size sürekli bu cümleyi kuruyorum. Bir yazarı beğendikten sonra -Paul Auster gibi- bütün kitaplarını okuyup gitmek belki doğru tercih olabilir. Yoksa çok birikiyor. Bu tabi nacizane bir tavsiye kendime. Sadece yazarak düşündüm hepsi o.

Filmine gelirsek, kitabın biraz gerisinde kaldığını söyleyebilirim. Ama bu başarısız olduğu anlamına gelmiyor. Öncelikle kitapta bulunan hikayeye önemli ölçüde bağlı kalındığını söylemek mümkün. Ufak tefek tutarsızlıklar mevcut tabi. Ender, yani İlker Aksum 'un göbekli olmaması gibi. Bir diğer konu ise ben işin teknik kısmından pek anlamam ama sanki filmde "iç ses" kullanmak filmi birkaç gömlek yukarı taşıyabilirdi. Bu tabi tamamen benim fikrim.

Kısacası okumak için harika bir kitap öneriyorum size. Hatta benim gibi yeni tanışacaksanız "merhaba" demek için harika bir yazar. Dediğim gibi, Bizim Büyük Çaresizliğimiz 'i okurken yanınızda bir kalem bulundurmayı sakın ihmal etmeyin.