27 Nisan 2012 Cuma

Eyes Wide Shut(1999)

Büyük usta Stanley Kubrick 'in son filmi büyük bir gizem perdesiyle açılmayı bekliyor. Pandora Kutusu misali orada duruyor yıllardır. 

Film baştan sona bir bağlanamamazlık bir yere oturamamazlık içinde soru işaretleriyle başlayıp soru işaretleriyle bitiyor. Her izleyen farklı yorumlasa bile işin içinde bir kitap, yani bir kaynak noktasını usta bize işaret ediyor: Arthur Schnitzler 'in "Traumnovelle" kitabı.
1998 yapımı filmin konusu ise William Harford ve Alice Harford çiftinin hayatlarında bulunan enteresan bir virajdan kesitler sunuyor bize. Bu viraj içinde saplantılı ilişkilerin, evliliklerin, aldatmaların, tarikatların psikanalizini bulunduruyor denilebilir. Tam bir konu olmaması(ki bu işin bencesi) filmin türünü de somutlaştıramayan bir etken.
Film çekimi sırasında evli olan ve süper performanslar sergileyen Nicole Kidman ve Tom Cruise 'un daha sonra boşanmaları sürpriz olmasa gerek. Kubrick 'in sinemada beklediği gerçekçilik yüzünden en küçük bir sahneyi yüz kere tekrar ettirmesi şaşırmadan tahmin edilesi bir durum.
Eyes Wide Shut 'ın kendini ele vermeyen birçok yönünden bir tanesi de müzikleri. Sinemayı müzikle bir bütün şekilde hareket ettiren Kubrick, Pandora 'yı müzik kutusu haline getirmiş. En büyük işareti de Masked Ball - Jocelyn Pook.

Hiçbir şey anlatamadan özerlersek; Eyes Wide Shut, tamamıyla "varoluşı sorgulayan bir resim".



17 Nisan 2012 Salı

The Fall


















Tam on sekiz gün aradan sonra ilk filmim The Fall. Arayı hiç bu kadar açmamıştım. Neden bilmiyorum bir süredir pek canım istemiyordu. Bugün öyle bir film izledim ki sanırım sonsuza kadar bu filmden birilerine bahsedebilirim. Daha önce adını bile duymadığım bu güzel film önerisi için arkadaşım Gamze'ye kucak dolusu teşekkürü borç bilirim. İyi ki bana bu filmden bahsetmiş ve bende iyi ki izlemişim. The Fall, ayrıca oldukça uzun bir aradan sonra size yazacağım ilk film. Günler sonra, içinizi ısıtacak sıcacık bir hikâyesi olan bu filmi yazmak için şimdi buradayım. 

Bazen düşünürüm, zaten "Fight Club, Leon, Dead Man Walking" gibi favorilerim varken bunlardan daha iyi olabilme ihtimali olan filmler kaldı mı ki diye. Hadi bunlar en uç noktalar, yani benim için çok özel değil, en özel olmayı başarmış filmler. Bunların bir seviye altında bulunan favorilerimin standardını yakalamış bir film olabilir mi diye. Binlerce film seyrettim ve belki de daha izlenmesi gereken binlercesi var. Ama bugün anladım ki bu işin sonu yok. Günün birinde adamın biri bir film yapar, oturur karşısına izlersiniz ve bütün bu soruları tekrar tekrar düşündürür size. İşte The Fall o filmlerden bir tanesi. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bugüne kadar izlediğim filmler içinde en iyilerindendi.

The Fall, 2006 yapımı ve yönetmen koltuğunda Hintli yönetmen Tarsem Singh oturuyor. Çekildiği yıllarda gösterim konusunda oldukça sıkıntı yaşayan The Fall, bir festival filmi olarak kendini oldukça beğendirmiş. 2008 yılında Spike Jonze ve David Fincher'ın desteğini arkasına alan film hak ettiği değeri biraz geç bulmuş. Tarsem Singh'in yönetmenliğini yaptığı dört filmden (The Cell, The Fall, Immortals, Mirror Mirror) ikincisi olan The Fall, diğer filmlerine göre daha fazla beğenilmiş. Çalıştığı oyunculara göz attığımızda Jennifer Lopez, Mickey Rourke, Julia Roberts gibi isimleri görmemize rağmen The Fall'ın daha dikkat çekici olması yapımın geldiği noktada reklamdan ne kadar uzak kaldığını kanıtlar gibi. The Fall'ın senaryosu ise Singh'in de içinde bulunduğu dört kişilik bir ekipten oluşuyor. Oyuncu kadrosunda da Lee Pace, Catinca Untaru, Justine Waddell gibi isimleri görüyoruz.

Film konusuna gelince, hikâye 1920'li yılların Los Angeles'ında bir hastanede geçiyor. Alexandria (Catinca Untaru) kolu kırıldığı için burada bulunan, hastanede herkesin çok sevdiği, dünyalar tatlısı, henüz beş yaşında bir kız çocuğudur. Roy (Lee Pace) ise bir dublördür ve o da hastalardan bir tanesidir. Bu ikili tanışır ve Roy, Alexandria'ya bir hikâye anlatmaya başlar. Alexandria, oldukça ilgisini çeken bu hikâyeyi dinlemek için her gün Roy'un yanına gitmeye başlar. Bu hikâye gerçekle birleşir, Roy ve Alexandria baş kahramanlardan ikisi hâline gelir ve bütün bunlar The Fall'u tadına doyulmaz, iç ısıtan bir masala dönüştürür.

Filmin çekimleri dört yılda tamamlanmış. Zaten çok büyük bir emeğin ürünü olduğunu, filmi izlerken anlamak güç olmuyor. Görüntüler, karakterler, yönetmenin hayal dünyasının sonucu karşımıza çıkan mekanlar tek kelimeyle kusursuzdu. Aslında düşündüğünüzde son derece basit ve klişe görünen bir konusu var The Fall'un. Ama izleyince her şey çok farklılaşıyor. Alexandria ile birlikte Roy'un yanına gitmek için can atıyor, onlarla birlikte hikâyede bir kahraman oluyor, onlarla birlikte ağlıyor, onlarla birlikte eğleniyorsunuz.

 - spoiler - 

Roy'un vicdanıyla birlikte soluğu Alexandria'nın yatağının başında aldığı bir sahne var. Hikâyeyi anlatmak istemiyor, Alexandria anlat diyor, anlatmaya başlıyor... Beraber ağlaya ağlaya hikâyeye devam ettikleri o dakikalar beni ne hâle getirdi tahmin bile edemezsiniz. 

- spoiler -

Nasıl olduğunu anlamadan filmin içinde buldum kendimi. Herkese aynı etkiyi yapacağının garantisini veremem. İzleyen pek çok kişinin filmi benim kadar beğenmediğine ve beğenmeyeceğine adım gibi eminim hatta. Ama ben mükemmeli yakaladığını düşünüyorum. O kadar çok beğendim ki izlediğim onca film arasında belki ilk 20, belki ilk 10, belki de ilk 5...

The Fall'u neresinden anlatsam, neresinden öve öve bitiremesem bilmiyorum hiç. Müzikleri, sahneleri, replikleri, oyuncuları, hikâyesi... Tek kelime ile şahaneydi. Alexandria'yı oynayan küçük bir kız çocuğu seyrettim ki onu size hiç anlatamam. Allahım o nasıl tatlı bir çocuktu. Bir an evvel okulu bitirip, iş bulup, evlenip, çocuk yapmam lazım benim. Bu filmi bir an önce izleyin ve diğerlerine vakit ayırın. Dediğim gibi, kim bilir daha izlenecek kaç tane mükemmel film vardır. Uzak kalmamak lazım. 

8 Nisan 2012 Pazar

Babalar ve Oğullar


















Bugüne kadar, kaba bir hesapla iki yüz kadar kitap okumuş olmam lazım. Belki biraz daha fazla, belki biraz daha az. Çok önemli değil bu sayı. Lakin bakıldığında fena bir sayı olmadığını söyleyebilirim. Çok yoğun veya çok terelelli olduğum dönemler haricinde elimde bir kitap mutlaka olur. Çok iyi bir tempoda olmasa bile sürekli okurum. Bugün size anlatacağım Babalar ve Oğullar ise okuduklarım içinde en iyi birkaç tanesinden biri derken hiç zorlanmıyorum. Harikaydı, harikaydı ve harikaydı. Tutunamayanlar, Ay Sarayı gibi benim için çok özel olmayı başarmış kitapların yanına Babalar ve Oğullar'ı da gönül rahatlığıyla koyabilirim artık. Bunun sebeplerinden uzun uzun bahsedeceğim. Yazının içinde spoiler olabilir veya olmayabilir. Tamamen akışına bırakıyorum bu yazıyı ve okuyup okumama tercihi size kalmış. Ben sadece spoiler olmayacağının garantisini veremiyorum.

Okuduğum onlarca kitaba rağmen Dünya Klasikleri konusunda bir türlü iyi bir duruma gelemedim. Daha ilköğretim yıllarında birkaç sefer başlamayı deneyip yarıda bıraktığım Suç ve Ceza(bir gün mutlaka okuyacağım), İnsan İlişkileri dersinden iyi not almak için okuyup, sunumunu yaptığım Goriot Baba gibi denemelerimin benim için iyi son bulduğunu söyleyemem. Buna karşılık Monte Kristo Kontu, Kumarbaz gibi çok iyi klasikleri de beğenerek okumuştum. Babalar ve Oğullar ise hayatım boyunca övgüyle ve heyecanla anacağım bir kitaptır benim için.

Kitabın yazarı olan Turgenyev'i anlatalım biraz. Rus Edebiyatı'nın bu ünlü yazarının, en ünlü kitabı Babalar ve Oğullar'ın gölgesinde kaldığını söylemek çok güç değil. Pek çok kişi İvan Sergeyeviç Turgenyev isminden ziyade Babalar ve Oğullar romanına aşinadır. Birkaç sene öncesine kadar o insanlardan bir tanesiydim. Turgenyev, 1818 Oryol doğumlu. Yazmaya başladığı yıllarda dönemin ünlü eleştirmeni Vissarion Belinskiy tarafından büyük destek gören Turgenyev, uluslararası üne ulaşan ilk Rus yazar olmuş. Köy yaşamını ve köylüleri anlattığı Devrim Öncesi romanı ile tanınan Turgenyev en önemli eseri olan Babalar ve Oğullar1862 yılında yazmış. Tolstoy ve Dostoyevski ile kavga etmesi, ülkesinde yer alan edebiyat çevrelerine yabancılaşması gibi sebeplerden ötürü yaşamının sonlarında yer alan yirmi yıllık bir süreci ülkesinden uzakta geçirmiş. Çocukluk ve gençlik yıllarında fikirleri yeşerirken, aldığı eğitim ve aile yapısı bunda etkili olmuş. Almanca, Fransızca, İngilizce gibi dilleri konuşabilen Turgenyev'in gençlik yıllarında gittiği Berlin, annesinin toprak kölelerine olan tavrı gibi faktörler dünyaya baktığı pencereyi oluşturan fikirleri şekillendirmiş. Turgenyev dünyaya gözlerini kapadığında yıl 1883, yer ise Paris yakınlarında bulunan Bougival imiş.

Babalar ve Oğullar esas olarak kuşak çatışmasından bahsediyor bize. Arkadiy ve Bazarov, üniversite yıllarını yaşayan iki arkadaştır. Okulun son bulmasıyla evine dönen Arkadiy, bu evde babası ve amcası ile birlikte yaşamaktadır. Arkadiy döndüğünde yalnız değildir ve Bazarov'u misafir olarak evine davet etmiştir. Bazarov farklı bir çocuktur. Alışılagelmişin dışında, rahatsız edici derecede ukala, pek çok konu üzerinde bilgisi olan, oldukça zeki bir çocuktur. Nihilist olması, doğayla ilgilenmesi, duyguların öne çıktığı dünyada birçok konuya mantıksal yaklaşıp diğer insanların görüşlerini ve duygularını hiçe sayması ise göze çarpan diğer karakter özellikleridir. Bu durum bir süre sonra Arkadiy'in amcası olan Pavel Petroviç'i rahatsız edecek ve Petroviç bu durumu saklamayacaktır. Dünya görüşlerini, okuduğu kitapları, insan ilişkilerini, politik tavrını alaycı biçimde eleştiren Bazarov, bir süre sonra Pavel Petroviç açısından bir tehdit olmuştur bile. Gittikçe büyüyen bu nefretin belli sonuçları olacaktır elbette.

Kitabın içinde derin bir nihilizm kokusu var ve meşhur bir nihilizm konusu. Bazarov karakteri bir nihilist ve nihilizmin ne olduğundan kitapta da bahsedilmiş. Bunun üzerinden yazarın yaptığı akıl oyunları, bazı okurlara göre nihilist fikirleri alt üst eden ters köşe birkaç ayrıntı kitabı özel yapan sebeplerden. Ben o kısımla pek ilgilenmiyorum tabi. İşin aslı nihilizmin ne olduğunu bile tam anlamıyla bilmiyorum. Kelime anlamını, temel olarak neyi savunduğunu bilsem bile, uzun uzadıya araştırmadım bu konuyu hiç. Karşıma oturan biriyle nihilizm nedir, neden bahseder, iyi midir yoksa kötü mü tarzı tartışmaları yapabilecek düzeyde değilim demeye çalışıyorum. Babalar ve Oğullar da sizi nihilizmin ne olduğunu bilmek zorunda bırakmıyor zaten. 

Kitabı iyi yapan unsurlardan bir tanesi, klasik "Klasikler" gibi betimlemelerle boğmuyor sizi. Balzac'ın Goriot Baba 'da sayfalar boyunca pansiyonu tasvir etmesi gibi şeyler yok Babalar ve Oğullar'da. Dili çok iyi ve her yaş grubundan insanın rahatlıkla okuyup anlayabileceği türden bir kitap. Onun dışında şu meşhur kuşak çatışması ise kusursuz hikâyeleştirilmiş yazar tarafından. Evrensel bir boyuta ulaşmış bu çatışmanın anlatımı ve dönemin Rusyası ya da günümüzün Türkiyesi pek fark etmiyor diye düşündüm. Küpe takan, saçlarını uzatan, ekose pantolon giyinen bir oğulun laf işittiği bir baba düşünün. Ya da nihilist bir Bazarov'un bir türlü haklılığını kabul ettiremediği yetişkinler... Aslında konu bundan ibaret değil mi? Yani bugün ben bir oğulum ve babama anlatamadığım şeyler var. Yarın ben bir baba olursam oğlumun bana anlatamayacağı farklı şeyler olacak. Bu durumun bir çözümü var mı bilmiyorum. Ama sanırım konular değişse bile, dönemler değişse bile, coğrafyalar değişse bile bu kuşak çatışması insanlıkla beraber hep var olacak.

Bazarov bir anti-kahraman mı bilmiyorum. Anti-kahraman olarak ifade edilebilir mi onu da bilmiyorum. Anti-kahraman diye tanımlamak için olumsuz nitelikleri olması gerekir karakterin ama Bazarov'un sahip olduğu nitelikler, yaptıkları, düşündükleri, hayatı yaşama şekli olumsuz olarak değerlendirilebilir mi? İnanın bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ise o da şu: Turgenyev'in anlatmak istediği, Bazarov gibi olmak ya da Bazarov gibi olmamak, kaçınılmaz bazı şeyleri etkilemiyor(Aaahhhhh spoiler vermek istemiyorum ama o kaçınılmaz şey ne söylemek istiyorum. Yazıyı okuyup kitabı okumayı düşünmeyenlerden biri bana telefon açsın). Bazarov gibi olmak duyguların önüne set çekebilir ama tamamen durduramaz diyor Turgenyev. Bunlar gibi anlatabildiğim ve anlatamadığım pek çok şey, Babalar ve Oğullar'ı bir zekanın ürünü yapıyor bence. 

Gelelim şu Rus insanlarına. Hayran olmamak elimde değil. Okuduğum her Rus romanında bulunan karakterler ne kadar dibe vurmuş olurlarsa olsun kitap okuyan, bilimsel faaliyetleri olan, operaya giden, edebi akımları bilen karakterler. Nasıl bir toplum yapısı bilmiyorum ama bence bütün bir toplum bu tarz kültürel ve bilgi gerektiren eylemler konusunda tavan yaptıkları kesin. Misafirperverlikleri ise -eğer kitaplarda anlatıldığı gibiyse- aşmış durumda kesinlikle. İlk defa gördükleri insanları kendi uşaklarına emir verecekleri bir rahatlıkta günler boyu misafir etmeleri... Eğer bunlar gerçekse sürekli övündüğümüz misafirperverliğimiz gerine gerine anlattığımız boyutta olmasa gerek. Rus kadınlarına bizim ülkemizde yer alan bakış açısı bellidir. Burada çaresizlikten yapılan malum işi yapanların aslında Rus olmaması, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra erkek nüfusunun oldukça azalmasıyla kadınların -her alanda- aktif role geçmesi ve Rusya'nın anaerkil bir topluma dönüşmesi, yapılan hemen her araştırmada yaşam standartları en yüksek kadınların yine Rus olması... Bunlar bir türlü anlayamadığımız şeyler ve Rus Edebiyatı'nda görüldüğü üzere aslında Ruslar sürekli sevişen bir toplum olmadıkları gibi kültürel anlamda da hepimizi katlayacak durumdalar. Bunlar kitabın bana hatırlattığı birtakım ayrıntılar ve ben de bahsetmek istedim. 

Anlatmak istediğim çok şey var kitaba dair ama elimi nereye attıysam bir spoiler tuttum ve silip tekrar yazmaktan bir hâl oldum. Olağandan çok daha uzun sürdü bu yazıyı yazmam ve spoiler vermemek için daha fazla uzatmak istemiyorum. Babalar ve Oğullar bugüne kadar okuduğum en güzel kitaplardandı ve kitaplığımdan nadide bir yer ayırdım kendisine. Nihilizm boyutu bir yana(bu konuyla ilgili çok sayıda yazıya internet üzerinde ulaşabilirsiniz), kuşak çatışması kısmı çok çarpıcıydı. Aslında kitabın son cümlesiyle bitirmek vardı yazıyı ama ah spoiler vah spoiler. İyi okumalar hepinize, zaman kaybetmeyin derim.