29 Ağustos 2011 Pazartesi

Before Sunrise - Before Sunset



Her zaman derim, eğer film gündüz izlenecekse en iyi seçim her zaman gençlik filmleri ya da romantik olanlardır. Bugün, gündüz boşluğumdan yararlanıp, birbirinin devamı niteliğinde olan Before Sunrise ve Before Sunset'i seyrettim. Bu tarz romantik, aşk filmlerinden oldum olası pek haz etmememe rağmen iki filmi de çok beğendiğimi belirteyim. Daha önce tavsiye üzerine seyrettiğim The Notebook ve P.S. I Love You gibi facialardan sonra günün birinde bu kadar beğeneceğim bir romantizm temalı film izleyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Her ne kadar My Blueberry Nights favorilerimden biri olsa bile, Notting Hill gibi beğendiğim filmler karşıma çıkmış olsa bile çok fazla umudum yoktu. Sonuç olarak bu iki film bana ilaç gibi geldi desem yeridir. 

Before Sunrise 1995, Before Sunset ise 2004 yılında çekilmiş birbirinin devamı niteliğinde olan iki film. Filmde yer alan hikâyelerde bu zaman sürecinde ki boşluklar dikkate alınarak çekilmiş. Yani kısacası dokuz yıl arayla devam eden bir hikâye diyebiliriz. Filmlerin yönetmeni ve oyuncuları aynı. İki filmin de yönetmenliğini yapan Richard Linklater aynı zamanda senaryoyu kaleme alan iki isimden birisi. Diğer isim ise Kim Krizan. Esas oğlan rolünde Ethan Hawke oynarken, esas kızımız ise Julie Delpy tarafından canlandırılmış. 

Konuya gelince, olaylar bir tren yolculuğu esnasında başlıyor. Bir çiftin kavga etmesi üzerine yerini değiştirerek arkada bulunan boş koltuklardan birine geçen Celine(Julie Delpy), bu çiftin kavgası üzerine bir diyalog ile Jesse(Ethan Hawke) ile tanışır. Celine, Paris'te yaşamakta olup trenle evine dönmektedir. Jesse ise sabah Viyana'dan kalkan uçakla ülkesi Amerika'ya dönmek zorundadır. Yemek vagonunda sohbet ederken birbirlerinden etkilenirler ve Jesse, bu güzel fransız kızdan Viyana'da inerek sabaha kadar kendisiyle birlikte vakit geçirmesini ister. Bunu kabul eden esas kız trenden iner ve daha önce hiç gelmedikleri bu şehirde sabaha kadar eğlenceli vakit geçirirler. Sabah Jesse'nin uçağı kalkacak ve rüya bitecektir. Filmin Before Sunrise(Gün Doğmadan) ismini buradan aldığını anlamak güç değil. Fakat aralarında bir anlaşma yaparlar. Birbirleriyle haberleşmeyecekler ve o gece yaşandığı gibi kalacaktır. Tam bu noktada küçük bir anlaşma daha yaparlar ama onu izlemek üzere size bırakıyorum. 

Before Sunset'te ise Jesse bu hikâyeyi bir roman haline getirmiştir ve ünlü bir yazar olarak Paris'e imza gününe gider. Tahmin edilebileceği gibi Celine oradadır ve dokuz yıl sonra ikinci bir şans elde eden bu ikiliyi bu sefer bekleyen tehlike ise Jesse'nin akşam kalkacak uçağıdır. Before Sunset(Gün Batmadan) ismi de buradan geliyor. İkinci buluşma biraz farklıdır tabi. Bu sefer geride yaşanmış -kısa da olsa- bir hikâye ve dokuz yılın getirdiği değişiklikler vardır. Jesse evli ve bir çocuk babasıyken, Celine uzun süreli iyi giden bir ilişkiye sahiptir. Dış görünüşte yer alan farkların ise gerçek hayata paralel olması çok güzel olmuş. 

Filmle ilgili notlarıma gelirsek, öncelikle Ethan Hawke ve Julie Delpy'nin bu rollere inanılmaz derecede yakıştığını söylemem gerek. İlk filmden sonra ikinci filmin senaryosunda da emekleri olan bu ikili, o seneki Akademi Ödülleri Töreni'nde En İyi Senaryo dalında ortak olarak aday gösterilmişler. Bir diğer önemli not ise, ikinci filmde zaman atlaması yok. Film seksen dakika kadar sürüyor ve bu aynı zamanda seksen dakikalık kesintisiz bir hikâye olmuş. Bu süre boyunca muhabbet eden bu çiftin her muhabbetine ister istemez ortak oluyorsunuz ve kesinlikle çok başarılı olmuş. Genellikle devam filmleri başarısız olur. Çok nadiren daha başarılı olanlara tanık oluruz. The Dark Knight buna verilebilecek iyi bir örnek olabilir. Bu iki film için aynı çizgide kalmayı çok iyi bir şekilde başarmış diyebiliriz. IMDB'de aldıkları puanların da eşit olduğunu görünce aklıma "Acaba iki filmi oylayan kişiler aynı mı?" diye bir fikir gelmedi değil. Böyle bir şey mümkün değil tabi ama oylama sayısı birbirine yakın ve ben çok büyük bir çoğunluğun bu şekilde oylama yaptığına eminim. Unutmadan söyleyeyim, iki filmi mutlaka arka arkaya izlemek gerekiyor. Aralarında hiç boşluk bırakmadan izlemeniz en önemli tavsiyem. 

İki filmi de çok beğendiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Eğer izlemediyseniz en kısa zamanda izleyin. Diyaloglar üzerine gelişen bu sıcacık birliktelikte, kadın erkek ilişkilerine dair çok güzel sohbetlere tanık olacaksınız. Mekânlar ise tek kelimeyle mükemmel seçilmiş. Tek bir gecede neler yaşanabileceğine, bir gecenin bile bir birlikteliği nasıl unutulmaz kılacağına belki inanmayacaksınız. Yaptıkları sohbetleri görünce, Celine karakterinin geldiğiniz noktada yanınızda görmek isteyeceğiniz kız olabileceğini bile düşünebilirsiniz belki. Sadece o karakter bile beni bu kadar etkilemiş olabilir mi? Neden olmasın...

28 Ağustos 2011 Pazar

Dublörün Dilemması


















Son zamanlarda aktif şekilde takip ettiğim sitelerden bir tanesi afilifilintalar. En aktif yazarlarından biri olan Murat Menteş'in yazılarını da bir süredir ilgiyle okuyorum. Şair olan Menteş'in iki adet de romanı bulunuyor. Bunlardan bir tanesi Dublörün Dilemması. Kitabı bana alıp hediye olarak gönderen canım kuzenim Umay Özçelik'e teşekkürü  borç bilirim.

Dilemma aslen ingilizce bir kelime. Türkçe karşılığı ikilem demek. Bundan ötürü Dublörün Dilemması ilgi çekici bir isim olmuş diyebiliriz. Kitabın kapağı da kesinlikle çok başarılı. Kitap hakkında hiç bir bilginiz olmadan sadece rafta bile görseniz ister istemez ilginizi çekecektir. Hemen belirteyim, bugüne kadar kaba bir hesapla iki yüz civarı kitap okudum. Bunların içinde açık ara en enteresanı Dublörün Dilemması'ydı. Sebeplerini hemen paylaşıyorum. 

Bazı filmler ve kitaplar olur. Bir hobi halinde devamlı olarak izleyenler ve okuyanlar bilir ki izledikleri ve okuduklarından bazıları karambole denk gelir ve pek bir şey anlamazlar. Benim bir alışkanlığım vardır, okuduğum kitabı bir daha okumam(bugüne kadar birden fazla kez okuduğum hiçbir kitap olmadı). İzlediğim filmlerden ise sayılı filmleri tekrar izlerim. Ya filmi çok beğenmişimdir ya da dediğim gibi şu karambol anına denk gelenlerin tekrar üstünden geçmişimdir. Dublörün Dilemması'nı okuduğum şu son birkaç günde ki zaman aralığı oldukça rahat bir boşluk olmasına rağmen sanki kitap karambole geldi ve ben açıkçası çok fazla bir şey anlamadım okuduğumdan. Bunun dışında kitap oldukça eğlenceli, sürükleyici ve lezzetliydi. Kitaba kendimi kaptırarak ve sindirerek okumama rağmen pek çok şeyin boşlukta kalması, olayı enteresanlaştıran bir diğer ayrıntı. 

Kitabı keyifli kılan çok fazla ayrıntı var. Spoiler vermemek adına -kesinlikle hiçbir spoiler okumadan okunması gerekiyor bence- bunlardan uzun uzun bahsetmeyeceğim ama kitaptan bir şey anlamasanız bile diyaloglar, isimler, kullanılan dil sizi oldukça eğlendirecektir. Bazı yerleri okurken istemsiz olarak yüzünüzde bir tebessüm oluşacağına emin olabilirsiniz. Kitabın bölümlerinin başında bir yerlerden alıntı olarak okuyacağınız çok güzel sözler mevcut. Bunların kitaba extra puan kattığını söyleyebilirim. 

Dublörün Dilemması'nı okurken buram buram Chuck Palahniuk kokusu aldım. Sanki bir Palahniuk kitabı okuyordum ve bu hikâye neden bir film olmasın diye uzun uzun düşündüm. İnternette okuduğum birkaç yazıya bakılırsa film projesi olarak birkaç defa düşünülmüş ama sonra bu projeler rafa kaldırılmış. İyi bir yönetmenin elinde işlenirse Fight Club etkisi yaratabileceğini düşündüm ister istemez. O kadar başarılı bir proje olabilir mi bilemiyorum ama çok iyi bir şeyler çıkartılabilecek malzeme mevcut sanki kitapta. Murat Menteş kesinlikle gündemde olup okunması gereken bir yazar. Afilifilintalar'dan takip ettiğim kadarıyla da bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Tanıtımını sağlayacak iyi bir projeyle bence insanlara tanıtılmalı ve daha çok okunmalı. Bu benim şahsi fikrim tabi. 

Bir önceki, Tutunamayanlar yazımda o kitabı da tekrar okumam gerektiğini belirtmiştim. Sanırım ikinci turu atmam gereken kitapların sayısı günden güne artıyor. Elimde olan birkaç kitabı bitirdikten sonra (Murat Menteş'in Korkma Ben Varım isimli diğer romanı da bunların içinde) bir yerlerden eserse tekrar okumak istediğim kitaplar var. Dublörün Dilemması da tekrar okumam gereken kitaplardan bir tanesi. 

Her ne kadar çok sindiremesem bile kesinlikle okumanız için önerebilirim Dublörün Dilemması'nı. Bu bile kitabı yeterince enteresan kılan bir sebep değil mi?

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Tutunamayanlar























Ve sonunda başardım. En fazla merak ettiğim ve aklımda çok fazla soru işaretiyle yer eden bu kült kitabı aldım ve okudum. Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ından bahsediyorum. Bu kitapla ilgili duyduğum uç noktalarda iki yorum vardı. Pek çok kişinin ya başucu kitabıydı ya da okuyanların daha başında elinden bıraktığı bir kitaptı. Ben kitapları orijinal alırım ve orijinal olmasının dışında, standardın biraz daha üstünde pahalı bir kitap Tutunamayanlar. Dolayısıyla o kadar para verdikten sonra "Acaba kitabı yarım bırakır mıyım?" diye çok uzun süre düşündüm. Bunun yanı sıra kitabın oldukça uzun olması, ağır bir dille anlatılmış olması gibi sebepler düşündürücü diğer faktörlerdi. Son birkaç ay içinde gerek yazılanlar, gerek söylenenlerle oldukça göz önünde olan Tutunamayanlar'ı geçtiğimiz hafta aldım ve okudum. Bugünlerde, Facebook'ta bile "Olric" kelimesini bol bol okuyor olmanız, kitabın son dönem popülaritesi hakkında size iyi kötü bir fikir verecektir. Daha geriye gidersek, yani benim merakımın başladığı yere, bir kitabı merak etmek için biraz farklı bir hikâyeden söz edebilirim size. Bundan yıllar önce televizyonda "Kim 500 Milyar İster" isimli bir yarışma programı vardı. Eminim hepiniz hatırlarsınız. Bugünlerde, formatı biraz değiştirilmiş bir şekilde tekrar televizyonlarda yayınlanıyor. Programa çıkan bir yarışmacı 250 milyarlık soruya cevap vermiş ve yanlış cevapla 16 milyara razı olmuştu. Daha sonra yarışmacı, sunucunun kendisini yanlış yönlendirdiğine dair dava açmış, mahkemeyi kazanmış ve sadece o yarışmacıya özel bir program yıllar sonra tekrar yapılmıştı. Seyirci yok, başka yarışmacılar yok. Yanlış hatırlamıyorsam o günlerde yarışmada son bulmuş ve televizyonda gösterilmiyordu. Sadece sunucu, yarışmacı ve 250 milyarlık bir soru. Soru, Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar adlı eserinde yer alan karakterlerden birini soruyordu ve cevaplarda Selim Işık seçeneği mevcuttu. Yarışmacı doğru cevabın Selim Işık olduğunu bildiğini fakat mahkeme sürecinde çok yıprandığı için bu soruya cevap vermeyerek elinde olan ödülü alıp çekilmek istediğini söylemişti. Cevapta Selim Işık'tı (Yarışmaya dair anılarımın net olduğunu düşünüyorum ama eğer ufak tefek detaylarda hata yaptıysam özür dilerim). İşte benim Tutunamayanlar merakım o günlerden gelir. Her ne şekilde olursa olsun, beğeneyim ya da beğenmeyeyim, bu kitabı nihayet okumuş olmak bile benim için mutluluk verici. Hiçbir şey için değilse bile, merakımı giderdiğim için bile değer diye düşünüyorum. Yazının devamı için, şimdiye kadar yazdığım yazılar içinde en çok araştırmayı yaptığım ve en çok içime sinecek yazı olacağına emin olabilirsiniz. Çok uzun bir süre de öyle kalabilir. Vakit kaybetmeden başlıyorum anlatmaya. 

Daha önce de belirttiğim gibi kitap Oğuz Atay tarafından yazılmış. Oğuz Atay'la alakalı bir şeyler okuyabileceğiniz pek çok yerde -kitabın arka kapağı dâhil- Oğuz Atay'ın kısa biyografisiyle karşılaşmanız mümkün. Bunda mühendislik eğitimi almış olmasının  çok büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Mühendislik eğitimi almış, üstelik zor ve iyi bir okulda mühendislik eğitimi almış birinin Türk Edebiyatı'na yön veren bir roman yazması kulağa oldukça ilgi çekici geliyor. Ben de kısaca Oğuz Atay'ın biyografisinden biraz bahsedeyim. 1934'te İnebolu'da doğan Atay, önce Ankara Maarif Kolejini sonra da İTÜ İnşaat Fakültesini bitirmiş. İstanbul Devlet Mimar Mühendis Akademisinde bir süre öğretim üyesi olarak çalışan Oğuz Atay'ın hayatı için, Tutunamayanlar bir dönüm noktası olmuş desek yanlış olmaz . İlk romanı olan Tutunamayanlar'dan sonra başka kitaplar da yazan Atay, en önemli projesi "Türkiye'nin Ruhu"nu yazamadan 13 Aralık 1977'de hayatını kaybetmiş.

Tutunamayanlar, Oğuz Atay'ın ilk romanı. Roman aynı zamanda yazarın adıyla bütünleşmiş durumda.  1970 yılında "TRT Roman Ödülü"nü kazanan bu eser pek çok kişiye göre bir başkaldırı, büyük bir yeteneğin ürünü, Türk Edebiyatı'nın dönüm noktası, Türk romanını ve romancılığını çağdaş seviyeyle aynı hizaya getiren eser diye adlandırılır. Hatta bu topraklardan çıkmış en iyi roman olduğunu savunanların sayısı da oldukça fazla. Bunların hepsi kişiden kişiye, otoriteden otoriteye değişir tabi. Sonuçta bunlardan bahsederken pek çok kişinin henüz başında elinden bırakıp bir daha kapağını bile kaldırmadığı bir kitaptan bahsediyoruz. Bunların dışında internette bir yorum okudum ki katılmamak elimde değil; "Türk Edebiyatı'nın en çok tartışılan romanı" denmiş. İşte kritik nokta bu. İyi veya kötü, tahminimce hiç bir kitap Tutunamayanlar kadar konuşulmamıştır bu ülkede. Bunun sebepleriyle ilgili fikirlerimi anlatmadan önce, doğruluğundan emin olmadığım bir hikâyeden bahsetmek istiyorum. Oğuz Atay bir mühendis olduğu için TRT Roman Ödülü yarışmasından önce jürinin kendisine ön yargıyla yaklaşıp, yazdıklarını okumayacaklarını düşünür ve Cevat Çapan'dan yardım ister. "Sadece okumalarını sağla" der. Dediğim gibi hikâyenin doğruluğuyla ilgili bir bilgim yok sadece enteresan ve paylaşmak istedim. 

İçeriği incelersek, kitabın psikolojik bir roman olduğunu anlamak zor değil. İsminden bile kendini belli ediyor zaten. Dili kesinlikle farklı. Konuyu, anlatımı beğenmeseniz bile Oğuz Atay'ın ne kadar yetenekli bir kalem olduğunu anlamak güç olmayacaktır. Mükemmel işlenmiş kelime oyunlarını rahatlıkla fark ediyorsunuz. Oldukça ağır ilerliyor kitap. Son birkaç yüz sayfasında Selim'in günlüklerinin içeriği anlatılıyor ve kısa kısa bölümlerden oluştuğu için daha akıcı bir hâle geliyor. Kitabın içinde kırk elli civarı harf sayısından oluşan kelimeler görmeniz mümkün. Birkaç sayfayı kaplayan oldukça uzun, daha önce hiçbir romanda karşılaşmamış olma ihtimalinizin yüksek olduğu cümleler görüyorsunuz. Burayı özellikle dikkatle okuyun, İletişim Yayınlarından çıkan nüshasında 460-537 sayfaları arasında yer alan kitabın 15. bölümü sadece ve sadece tek bir cümleden oluşuyor. Hatta sonda yer alan nokta hariç noktalama işareti de mevcut değil bu cümlede. Tam yetmiş yedi sayfa ve ne yalan söyleyeyim ben bu sayfalara dair şu an hiçbir şey hatırlamıyorum. 

Kitabın konusu ise şöyle: Selim Işık ve Turgut Özben iki mühendis arkadaştır. Selim bir olay üzerine intihar etmiştir. Turgut bu olayın arkasından, Selim'in intihar sebebini anlamaya çalışır. Bir yandan Selim'in intiharının üzerinde bulunan sır perdesini aralamaya çalışırken bir yandan da kendi hayatıyla ilgili birçok git gel yaşamaktadır.  Selim'in ilişkisi olan birçok insanla iletişime geçmeye çalışan Turgut, aynı zamanda kendi içinde Selim'i anlamaya çalışır. Hayatlarından ve birlikte geçirdikleri günlerden de arada kesitler okuyabileceğiniz kitapta, tam bir tutunamama hikâyesi okurken bulursunuz kendinizi. Kitapta burjuva yaşantısına inceden yapılmış derin göndermeler, toplumun ve bu toplumun içinde yer alan ebeveynlerin çocukları nasıl yanlış yönlendirdiği gibi pek çok hayatın içine dair ayrıntı bulunuyor. Yorumları okurken fark ettiğim üzere Atay'ın mizah anlayışına dair pek çok ayrıntıdan bahsedilmiş. Kitabı okurken bu ayrıntıları çok fazla sindirmiş olduğumu söyleyemem. Bu kadar uzun ve ağır bir kitabı okurken kaçırmış olduğum noktalardan biri sanırım.

Benim fikirlerime gelirsek, kitabı oldukça beğendiğimi ve oldukça kelimesini kullanırken gösterdiğim rahatlığı son iki yüz sayfadan sonra elde ettiğimi söyleyebilirim. Kitabı okurken, hemen başında sıkılıp bırakan insanları da başucu kitabı haline getirebilen insanları da çok iyi anladım. Kesinlikle sonuna kadar sabretmeniz gerektiği size en önemli tavsiyem. Kitapta öyle pasajlar var ki, tutunamayan insanlar daha iyi nasıl anlatılabilirdi bilemiyorum. Kitapta geçen Turgut'un hayalî kahramanı Olric'e ise ayrı bir parantez açmak lazım. Uzun uzun düşündüm kitabı okurken "Hangimizin hayali bir arkadaşı olmamıştır?" diye. Hangimizin ki Olric kadar etki eder hayatımıza orası ayrı konu. Turgut Özben karakterinin Olric'le diyalogları onu çoktan bir fenomen haline getirdi bile. Hatta okurken Olric'in neye benzediğini bile kafamda canlandırdım iyi kötü. Eminim kitabı okuyan birçok kişi bunu yaşamıştır. Kitapta derin derin birçok cümlenin ve pasajın altını çizdim. Kim bilir kaçırdığım daha neler var. En kısa zamanda kitap cümlelerini yazdığım defterimde altın bir yer edinecekler kendilerine. Oğuz Atay'ın bir mühendis olduğunu yazmıştım yukarıda. Kitapta anlatılan Selim ve Turgut karakterleri de birer mühendis. Oğuz Atay'ın üst düzey bir romancı olduğunu bunun yanı sıra Selim karakterinin şarkı sözleri yazdığını, günlük tuttuğunu düşünürsek, eğer benim gibi edebiyata ilgi duyan bir mühendisseniz emin olun kitaba daha farklı bir şekilde yaklaşıp daha farklı duygularla okuyacaksınız. Yeteri kadar kitabın içine girerseniz, Selim'in günlüklerini okurken benim gibi boğazınızın düğümlendiğini hissedebilirsiniz. Eğer günlük tutuyorsanız ve günün birinde sizden başka birinini o satırları okuması sizi düşündürüyorsa Tutunamayanlar 'dan sonra tekrar düşünmek zorunda kalabilirsiniz. 

Bütün bu anlattıklarımdan farklı olarak, kitabın ismininde çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Herkes böyle düşünür mü bilmiyorum ama "Tutunamayanlar" çok iyi tanımlanmış bir kelime. Aynı şeyi bir başka kitap ismi olan "Gönülçelen" için düşünmüştüm zamanında. Tek bir kelime bile oldukça etkili olabiliyor bazen. 

Aktarmak istediğim bazı notlar ise; İletişim Yayınlarından yayınlanan kitabın kapak resminde yer alan kişi Oğuz Atay ve bu resim Ara Güler tarafından çekilmiş. Bir diğer not, Oğuz Atay'ın günlükleri yayınlandıktan sonra kitapta bulunan pek çok ayrıntının yazarın hayatından kesitler olduğu anlaşılmış. Bununla ilgili olarak, Tutunamayanlar'dan önce Oğuz Atay'ın günlüklerini okumanın daha iyi olacağına dair bir öneri de aldım. Bu öneriyi dinlemedim ama belki bir gün o günlükleri okuma şansını da elde ederim. 

Kitabın başında yer alan önsöz ve açıklama yazılarıyla, kitabın sonunda yer alan Turgut Özben mektubunu da sakın ama sakın okumayı ihmal etmeyin. Ben bugüne kadar hiç bir kitabı iki veya daha fazla kez okumadım. Ama şu bir gerçek ki daha iyi sindirebilmek için Tutunamayanlar'ı tekrar okumak şart. Günün birinde buna cesaret edebilir miyim bilmiyorum. Ama en azından kısa vadede öyle bir şey yapmayacağıma eminim. 

Tutunamayanlar mükemmel bir dibe vuruş hikâyesi olmuş. İnsan bazen kendi karanlığında kaybolur ya hani, bir insanın nasıl kaybolduğuna tanıklık etme fırsatı işte size. Eminim ki bu kitap çok fazla insan için bir kırılma noktası olmuştur.  Hayat her şeye rağmen güzel elbet, yaşamaya değer orası ayrı konu. Ama bunalımlarımız, iç karanlığımız, isyanlarımız, bulamadığımız çıkış kapıları, yalnızlığımız, tutunamayışımız... Bunların hepsi bizim hayatımızın gerçeği. Kitabı bitirdikten sonra, eğer sevmişseniz yani sizi içine almışsa -ki bence bitirmeyi başarmışsanız sizi içine almış demektir- o kapağı kapattıktan sonra bir süre kendinize gelemeyeceksiniz. Düşündürecek sizi hatta belki yoracak bir süre. Söylemek isteyeceğiniz tek şey "Bat dünya bat" demek olacak. 

17 Ağustos 2011 Çarşamba

The Basketball Diaries
















Uzun zamandır merak edip de izlemediğim filmlerden biriydi The Basketball Diaries. DiCaprio ön yargımdan ötürü, onun filmlerini izlemek için biraz fazla düşünüyorum sanırım. Bugün IMDB'de gezerken tesadüfen gözüme çarptı ve birkaç saatlik boşluğumdan yararlanıp filmi izledim. Daha önce hakkında hiçbir şey okumadığım bu filmin konusu beklediğimden çok farklı çıktı. İsmini gördüğüm zaman -doğal olarak- ana teması basketbol olan bir film olduğunu düşünmüştüm. Fakat basketbolla irintili olmasına rağmen filmin anlattığı şey oldukça farklı. 

Film 1995 yılında yapılmış. Gerçek bir hikâyeden uyarlama olan senaryo, önce kitap olarak yayınlanmış daha sonra bu kitap filme aktarılmış. Film, yönetmeni Scott Kalvert'in uzun metrajlı iki filminden ilki. Yönetmenin adını daha önce hiç duymamıştım. Filmin başrolünde ise Leonardo DiCaprio oynuyor. Şu an oldukça popüler olan Mark Wahlberg, Juliette Lewis gibi isimleri de gençlik halleriyle filmde görüyoruz.

Film, ergenlik yaşlarında olan Jim Carroll(Leonardo DiCaprio)'ı anlatıyor. Bir katolik lisesinde okuyan Carroll, bir grup arkadaşıyla beraber, her türlü serseriliği yapmaktadır. Aynı zamanda çok iyi basketbol oynayan bu grup okulun basketbol takımını da sürüklemektedir. Başından geçen olayları da sürekli olarak defterine yazan Jim Carroll, bu şekilde yaşadıklarını günlük yazarak toplamaktadır. Filmin, adını Jim Carroll'ın tuttuğu bu günlüklerden aldığını anlamak güç değil. Arkadaş grubuyla beraber ilk başlarda sigara içmek, okuldan kaçmak gibi küçük serserilikler yapan Jim, yavaş yavaş dibe vurmaya başlar ve bu tarz alışkanlıklar yerini otomobil hırsızlığı, uyuşturucu kullanma gibi bedeli ödenmesi zor olan alışkanlıklara bırakır. Anlatımı ağırlıklı olarak uyuşturucu üzerinden gelişen film, arkadaş grubunun dağılması, gündelik alışkanlıkların farklılaşması, aile bağlarının zedelenmesi ve hayata dair hemen her şeyden kopma gibi şeylere kadar pek çok konudan bahsediyor. Tabi bunlar hep uyuşturucunun etkisi olarak gelişiyor.

Notlarıma gelirsek, Leonardo Dicaprio kesinlikle çok iyi iş çıkarmış ve oynadığı role çok yakışmış. Bir türlü ısınamadığım bir aktör olmasına rağmen, The Basketball Diaries adına çok beğendiğimi söyleyebilirim. Catch Me If You Can'den sonra en çok yakıştırdığım rolü buydu dersem yanlış olmaz. Konu başarıyla işlenmiş. Uyuşturucuya giden yol, zararlı arkadaşlıklar gibi temalar gerçek hayata uygun biçimde anlatılmış. Filmin adı çok fazla konusunu yansıtmasa da, bu günlüklerin basketbol ile bağdaştırılması hoş bir detay olmuş. Bir diğer konu da sahnelere göre seçilmiş birkaç başarılı şarkı mevcut. Özellikle Riders On The Storm'un çaldığı yere dikkat diyorum. Jim'in annesiyle kapı arkasından konuştuğu sahnede ise boğazınızın düğümlenmesi kuvvetle muhtemel ve olası. 

Gel gelelim her türlü iyi ayrıntıya rağmen filmin çapının olduğundan daha fazla büyüyememesine sebep olan ayrıntılar olduğu fikrindeyim. Jim uyuşturucu bağımlısıydı, hapse girdi, orada birçok şey yaşadı, sonra hapishaneden çıktı ve uyuşturucudan kurtulmuştu. Bütün bu bahsettiğim süreç filmde sadece birkaç dakika anlatılmış. Hapishanede neler olup bittiğinin anlatılması gerekirdi. İster istemez "Bu ne şimdi bu adam filmdeki bir dakika içinde bütün geçmişini geride bıraktı yani öyle mi?" demekten alamadım kendimi. Ayrıca arkadaşlarının akıbeti ve yaşadığı süreçler daha ayrıntılı anlatılıp sonuca bağlansa daha etkileyici olabilirdi. 

Sonuç olarak The Basketball Diaries, bir Requiem For a Dream etkisi yapmasa da vasatın üstünde bir uyuşturucu temalı film olmuş. Uyuşturucuyu anlatan bir film olduğu için daha sert bir film yapılabilirdi belki ya da benim öyle genel bir beklentim var bilemiyorum. İzlenebilitesi fena sayılamayacak bir film denilebilir. Bu arada internette bir yorumda okuyunca dikkatimi çekti belirtmekte de fayda görüyorum; filmde bir miktarda 90'lar kokusu almanız mümkün. Özellikle giyim tarzı size o yılları hatırlatabilir. Benim gibi boşlukta olduğunuz bir vakitte aradan çıkarmak için iyi bir seçenek. İyi seyirler.

12 Ağustos 2011 Cuma

Ajeossi
















Dün gece Afilifilintalar'da, Murat Menteş yazılarına göz gezdirirken bu Kore filminin önerisiyle karşılaştım. Murat Menteş'in filmle ilgili kısa yazısını buradan okuyabilirsiniz. Genel olarak çekik göz ırkına karşı her konuda ön yargım olduğu için, Uzak Doğu Sineması'ndan da çok haz ettiğim söylenemez. Her ne kadar Oldboy birçok ön yargıyı yerle bir etmişte olsa, her ne kadar ben Amerikan Sineması ve Türk Sineması dışında pek bilgi sahibi olmasam bile yine de ön yargı ön yargıdır. 

Filme gelirsek, film 2010 yılında yapılmış. Daha önce belirttiğim gibi Güney Kore'ye ait bir yapım. Filmin yönetmenliğini Jeong-beom Lee yapmış. Yönetmenin ikinci denemesi olan Ajeossi'nin senaristi de aynı isim. İlk filminde hem yönetmeni hem de senaristi kendisi. Esas oğlan rolünde Bin Won ismini görürken, filmin küçük şeker kızı rolünde de Sae-ron Kim ismini görüyoruz. İsimlerine aşina olduğum oyuncular değil elbet ama bilgi olsun diye söyleyelim. Film, İngilizceye de The Man From Nowhere olarak çevrilmiş.

Filmin konusuna geçmeden önce, Murat Menteş'in yazısında da okuyabileceğiniz üzere, Leon'dan pek çok iz görmeniz mümkün Ajeossi'de. Benim gibi Leon hayranıysanız filmi beğenmemeniz zaten pek olası değil. Konusu ise şu şekilde: Cha Tae-sik bir rehincidir. Komşusu olan küçük kızla soğuk da olsa iyi bir diyaloğu vardır. Küçük kızın annesi uyuşturucu işine bulaşıp, mafya tarafından kızıyla beraber kaçırılır ve Cha Tae-sik ister istemez bu olayın ortasında kendini bulur. Mafyanın tuzağına düşen esas oğlan, bir yandan mafyanın elinden küçük kızı kurtarmaya çalışırken bir yandan ise polisten kaçmak zorundadır. Cha Tae-sik eski bir devlet ajanıdır. Yakın dövüş, silah kullanımı, rehine kaçırma gibi pek çok alanda da uzman olunca film tadından yenmez bir aksiyon haline gelir. 

Filmin seyir zevkinin çok yüksek olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Her ne kadar abartı aksiyon sahneleri mevcut olsa bile, izlerken çok fazla "yok artık" demeyeceğinize emin olabilirsiniz. Çekik gözlü abiler, karizmatik esas oğlan işini yine oldukça başarılı işlemişler. Başrol karakteri için, "karizma paçadan akıyor" desek abartmış olmayız. Onun dışında görüntü yönetmeni her kimse iyi iş çıkarmış. Özellikle karakterin gözünden çekilmiş camdan atlama sahnesi çok başarılıydı. Eminim izlerken hepinizin dikkatini çekecektir. Yorumları okurken yine Oldboy'la pek çok ilişki kurma ya da kıyaslama çabası gördüm ki bence artık bunlar biraz aşılmalı. Ne zaman başarılı bir Kore Sineması hatta Uzak Doğu Sineması örneğiyle karşılaşsak Oldboy ismini duymak kabak tadı vermeye başladı artık. Evet çok iyi filmdi ve hepimiz beğenmiştik ama bu kadar çok kıyaslama yapmak bence diğer yapımlara haksızlık. Kaldı ki Ajeossi, Oldboy ile aynı paralelde bir film değil. 

Filmde pek çok klişe görmek mümkün. Karizmatik, öldürme işini iyi yapan, geçmişi karanlık ama içinde sevgi pıtırcıkları yeşerebilen bir başrol, hayatını adayabileceği küçük bir çocuk, kötü adamın vicdan muhasebesi vs. Ama ben iyi işlendiği zaman klişelerin kaliteli bir hale getirilebileceğine inananlardanım ve Ajeossi'de bu iş iyi başarılmış. Unutmadan, aksiyon sahnelerinin çok güzel olduğunu belirtelim. Hani sinema değerini bir tarafa koyduğunuzda sadece seyir zevki açısından çok üst düzey filmler vardır ya(Rocky serisinin 1. filmden sonrası buna iyi bir örnek olabilir), Ajeossi için aynı şeyleri söylemek mümkün. Sinema değeri belki kişiden kişiye değişir ama görselliği son derece üst düzey. 

Ajeossi(The Man From Nowhere) için şunu söyleyebilirim: Çerezlik bir aksiyon. Ben düzenli film izleyenlerin arada bir sert aksiyon filmlere ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum ve bu film bana gayet iyi geldi. Başarılı işlenmiş bir konu, iyi çekilmiş bir film, silahlı bıçaklı güzel bir aksiyon. Kesinlikle deneyin derim. Şimdiden hepinize iyi seyirler.