30 Temmuz 2011 Cumartesi

Rain Man


















Yıllardır yüzlerce film seyrettim. Birkaç sene önceki tempomda olmasa bile, halen en keyif aldığım aktivite film izlemek. Parıltılarla dolu film izleme kariyerimde (abartmış olabilirim parıltı falan deyip takmayın kafanıza böyle şeyleri) halen daha izlemem gerektiğini düşündüğüm ama izlemeye bir türlü fırsat bulamadığım otuz civarı film var. Rain Man(Yağmur Adam) bunlardan biriydi ve gün itibarı ile Rain Man'i izlemiş bulunuyorum. Merak katsayım düşünülünce, bu filmle birlikte bir kilometre taşını daha geride bıraktım diyebilirim. 

Rain Man, 1988 yılında yapılmış, dört Akademi Ödülü sahibi bir film. O seneki Oscar Ödülleri Töreni'nde En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo dallarında heykelciğin sahibi olmuş. Filmin yönetmenliği Barry Levinson tarafından üstlenilmiş. Başroller ise, iki kardeşi canlandıran Dustin Hoffman ve Tom Cruise tarafından paylaşılmış. Bu iki kardeşten Raymond Babbitt karakterine Dustin Hoffman, Charlie Babbitt karakterine ise Tom Cruise can veriyor. Charlie Babbitt(Tom Cruise)'in sevgilisi rolündeki Susanna karakterine ise Valeria Golino hayat vermiş. Valeria Golino'yu Hot Shots filminden hatırlamak mümkün. Filmin müzikleri ise Hans Zimmer tarafından yapılmış ve oldukça başarılı. Filmin soundtracki oldukça tanıdık. Bunun sebebi ise ülkemizde birkaç farklı kanalın haber bülteninde kullanılmış olması. 

Filme gelirsek, konusu enteresan ve iyi oyunculuklarla süslenmiş. Charlie Babbitt(Tom Cruise), Los Angeles'ta yaşayan ve işleri son günlerde pek yolunda gitmeyen bir iş adamıdır. Charlie, iki yaşında iken annesini kaybetmiştir ve on altı yaşında babasıyla yaşadığı bir olaydan ötürü evden ayrılmış, bu olaydan sonra babasıyla bir daha görüşmemiştir. Sevgilisi Susanna(Valeria Golino) ile birlikte tatile giderken, yolda gelen bir telefonla yıllardır görmediği babasının öldüğünü öğrenir. Cenaze ve miras işleri için babasının yaşadığı yere gittiğinde babasının bütün mal varlığını başka birine bıraktığını öğrenir. Bu kişi Charlie'nin varlığından bile haberdar olmadığı abisi Raymond(Dustin Hoffman)'dır. Raymond, otizm hastasıdır ve yıllardır bir bakımevinde yaşamaktadır. Charlie bunu öğrenince Raymond'ın bakımını üstlenip mirasın yarısını almayı düşünerek bakımevinden pek de uygun olmayan bir yolla Raymond'ı alır ve Los Angeles'a götürmeye karar verir. Raymond'ın hastalığından ötürü belli takıntıları ve korkuları vardır. Bunlardan bir tanesi uçağa binememektir ve Los Angeles'a arabayla gitmek zorunda kalırlar. Böylelikle bu bir yol hikâyesine dönüşür. Yıllar sonra birbirini tanıyan bu iki kardeşin yaşadıkları ise cidden görülmeye değer.

Filmi gerçekten çok beğendiğimi söyleyebilirim. Dustin Hoffman'ın oyunculuğu şapka çıkartılacak cinsten. Tom Cruise'u birkaç filmi dışında beğenerek izlediğimi pek söyleyemem. Bu filmde de Dustin Hoffman'ın bir hayli gölgesinde kaldığı bir gerçek. Bunlara rağmen Rain Man'de Tom Cruise'nda iyi oyunculuk çıkardığını ve rolüne yakıştığını düşünüyorum. En büyük şansızlığı Dustin Hoffman'ın performansıyla herkesi gölgede bırakmış olması. Filmde cidden çok duygusal sahneler var. Birkaç yerde gözlerimin dolduğunu söyleyebilirim. Hangi sahneler olduğundan uzun uzun bahsetmek istiyorum ama spoiler vermemek adına yine yutuyorum bu cümleleri. Siz yinede Susanna ile Raymond'ın asansördeki sahnesi ve Charlie'nin Raymond'a dans öğrettiği sahneyi izlerken beni hatırlayın. 

Filmle ilgili ufak bir eleştirim ise, sonunun çok havada kaldığını düşünüyorum. Aslında pek çok izleyiciye göre bitme şekli eminim beğenilmiştir ama ben kendi adıma daha net sonuçlanmasını isterdim. Rain Man, son derece duygusal, iyi oyunculuğun olduğu, güzel soundtracklere sahip başarılı bir film olmuş. Hiçbir şey için değilse bile, sadece yol hikâyelerini seviyorsanız bile izlemeye değer. Henüz izlemeyip benim kadar geç kaldıysanız vakit kaybetmeyin derim. İyi seyirler... 

28 Temmuz 2011 Perşembe

Erken Kaybedenler


















Behzat Ç. efsanesinin yaratıcısı Emrah Serbes'in, polisiye iki kitabının haricinde, erkek çocuklarının hayatına dair bir şeyler yazdığı diğer bir romanı Erken Kaybedenler. Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi dizisini izledikten sonra yazmış ve ne kadar beğendiğimi anlatmıştım. Diziyi bitirir bitirmez, vakit kaybetmeden kitaplarını da alıp okudum. Kitapları almaya gittiğimde, Behzat Ç.'ye ait iki romanın haricinde, Emrah Serbes'in yazdığı üçüncü bir kitap olan Erken Kaybedenler'i öğrendim. Hızlı bir şekilde Behzat Ç. ve Emrah Serbes fanına dönüştüğümü düşününce, vakit kaybetmeden bu üçüncü kitabı aldığımı tahmin etmişsinizdir.  

Erken Kaybedenler, erkek çocuklarının hayatını anlatan, sekiz ayrı hikâyeden oluşuyor. Aşk, dostluk, arkadaşlık, aile ilişkileri gibi her türlü ilişkiye ışık tutan kitap kesinlikle çok başarılı. Kitabın arka kapağında yapılan açıklamadan anlayacağınız gibi, erkek çocukları edebiyatımızda pek anlatılmayan bir konu. Buna karşılık Dünya Edebiyatı'nda iyi örneklerini görmek mümkün. J.D. Salinger'ın Gönülçelen (Bir diğer adı Çavdar Tarlasında Çocuklar'dır) isimli romanı buna iyi bir örnektir.

Kitap birkaç sene önce basılmış. İçindeki birtakım bilgilerden anladığıma göre de 2008 yılı itibarı ile İstanbul, Ankara ve Yalova 'ya ait hikâyeler gibi görünüyor. Hikâyelerin birkaçı, Emrah Serbes tarafından birilerine adanmış ve sonunda -sanırım kendisine erkek çocukları hikâyelerini yazması için ilham veren- bir arkadaşına da teşekkür etmiş. Hikâyeler ise birbirinden farklı konular ve hayatlar içeriyor. Bir şehit kardeşinden babasının yanında çalışmaya mecbur bir çocuğa, ailesini kaybetmiş ve anneannesiyle yaşayan bir çocuktan İngilizce hocasına aşık bir çocuğa kadar birbirinden farklı sekiz çocuk profili anlatılmış. Kitabın dilinin çok başarılı olduğunu, gayet yalın ve açık yazıldığını söylemek mümkün. Kısa hikâyelerden oluştuğu için içeriğe dair pek bir şey aktaramıyorum. 

Bazı kitaplar, filmler, hikâyeler belli bir kesime daha fazla hitap eder. Erken Kaybedenler'inde erkeksi bir kitap olduğunu ve eğer erkek çocuğu iseniz size daha yakın olacağını söylemek mümkün. En iyisi vakit kaybetmeden okumaya başlayın. Kısa hikâyelerden oluşan kitaplar hiç ilgimi çekmemişti bugüne kadar. Sanırım bu bir ilk ve şiddetle tavsiye ediyorum.

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Freedom Writers


















Amerikan gençlik filmleri vardır. Sinema değeri çok yüksek olmayan ama seyir zevki oldukça yüksek olan filmlerdir. Oynayan oyuncuları tanımazsınız bile çoğu zaman. Buna karşılık defalarca denk gelseniz bıkmadan izleyeceğiniz keyifli filmlerdir. Hâlâ devam ediyor mu bilmiyorum ama benim çocukluğumda hafta sonu sabahları televizyonda bol bol yayınlanırdı. Film izlemek için seçtiğiniz yer eğer ev ise, gün ışığında film izlemek çok kolay değildir. Bu gençlik filmleriyle, romantik komediler arasından bir seçim yapmak daha iyi olur kesinlikle. Düzenli olarak, fazla sayıda film izleyen herkes bunun böyle olduğunu bilir. Freedom Writers'la ilgili ilk kez bir şeyler öğrendiğimde, tam bu "Gündüz filmleri" ile sinema değeri ağır basan ve yüksek bütçeli, geceleri izlemenin daha keyifli olduğu filmler arasında gidip gelen bir film olduğunu düşünmüştüm. Filmin adı ve kabaca öğrendiğim konusu gündüz filmi olduğu izlenimine kapılmamı sağlasa da filmin başrolünde yer alan iki Oscar Ödülü sahibi Hilary Swank tam tersini düşünmemi sağlamıştı.  Sonuç olarak gün ışığında izlemek için bir film ararken, Freedom Writers'ı izlemeye karar verdim.

Freedom Writers, gerçek bir hikayeden uyarlama 2007 yapımı bir film. Başrolde iki Oscarlı Hilary Swank oynuyor. Filmin yönetmeni, daha önce yine Hilary Swank'in yer aldığı, P.S. I Love You'dan hatırlayacağımız Richard LaGravenese. Gerçek olan bu hikâye kitap haline getirilmiş. Bu hikâyeyi senaryolaştıran ise yine filmin yönetmeni LaGravenese

Filmle ilgili aktarılacak bir hayli şey var. Zaman kaybetmeden anlatmaya başlıyorum. Öncelikle filmin genel görüntüsü bir klişeden oluşuyor diyebiliriz. Problemli bir sınıf ve o sınıfa öğretmenlik yapacak, farklı bir tarzı olan, bu sınıfla mücadele eden, idealist bir öğretmen. Tahmin edilebileceği gibi öğretmen rolünde Hilary Swank'i izliyoruz. Filmin özellikle ilk yarısında, Dangerous Minds'ı hatırlayacağınıza emin olabilirsiniz. Hilary Swank, iki Oscar sahibi, Hollywood'un üst seviye aktrislerinden bir tanesi. Çok fazla filmini seyretmedim ama izlediklerim arasında Million Dollar Baby'den sonra kendisine en çok yakışan rolün bu olduğunu düşünüyorum. Mesleğe yeni başlayan, genç öğretmen rolüne oldukça yakışmış. Öğretmen rolündeki performansının yanı sıra, görüntüsünün de bunda oldukça etkisi olduğunu düşünüyorum. Aktarılacak bir diğer not ise -buna dair tam bir bilgi edinemeyip, güvenilir bir kaynaktan okuyamamla birlikte- sanırım film Türkiye'de vizyona girmemiş. Bir diğer not ise, filmde de rastlayacağınız üzere, bu hikayede öğretmen öğrencilerinden birer günlük tutmalarını istiyor. Bir süre sonra, günlüklerine yazdıkları yazıları bir araya getirip kitap olarak bastırmak istiyor. Freedom Writers ismi, öğrencilerin bu günlüklerden oluşan kitaba koydukları isim. Film hem adını hem hikayesini bu öykünün yanı sıra bu kitaptan almış. Daha sonra bu oluşumlarıyla alakalı bir web sitesi bile kurmuşlar. 

Filmin konusuna gelirsek, problemli sınıfı adam etmeye çalışan idealist öğretmen klişesinden bir ayrıntıyla ayrılıyor. Sınıfın problem sebebi ırkçılık. Birçok filmde bunu gördük zaten. Freedom Writers'ın farkı ise bu ırkçılık üzerinden Yahudi Soykırımı'yla alakalı bir şeyler anlatması. Bu olayların nasıl geliştiğini spoiler vermemek adına anlatmıyorum. Çünkü filmde izlemeye değecek cidden keyifli sahneler var ve oturup izlemenizi tavsiye ediyorum. Filmin birçok yerde sizi duygulandırması da mümkün. İster istemez ırkçılıkla alakalı bir süre düşünmenize sebep olabilir. Hilary Swank'in öğrencileriyle olan ikili diyaloglarından bazıları ise cidden çok hoştu. Özellikle sınıfın esas kızıyla kitabın sonunda ne olduğuna dair yaptığı konuşmalar -özel bir anımla da alakalı olarak- çok hoşuma gitti. 

Freedom Writers çok kaliteli bir film değil. Klişelerle dolu olduğu da inkar edilemez. Birçok eski filmi (High School High, Dangerous Minds vs.) andırdığı da bir gerçek. Ama kendi adıma, öğretmen ve öğrenci ilişkilerini konu alan bu tip yapımları hep sevmişimdir. Sonuçta birçoğumuzun hayatına bir şekilde etki eden öğretmenleri mutlaka olmuştur ve kendimizden ister istemez bir şey buluruz. O yüzden izlemenizi kesinlikle tavsiye ederim. Şimdiden iyi seyirler.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Tıkanma


















Choke(Tıkanma), Chuck Palahniuk'un en beğenilen romanlarından bir tanesi. Pek çok kimselere göre yazarın en iyi romanı sayılan bu kitabı gün itibarı ile okuyup bitirdim. En iyi kitaplarından biri olabilir. Ama içlerinden en iyisi olduğu konusunda, öyle düşünenlere katıldığımı söyleyemem. Yazarın kitaplarından, şu ana kadar okuduğum beş kitap içinde en iyisinin hala Invisible Monsters (Görünmez Canavarlar) olduğunu düşünüyorum.  

Choke, Palahniuk'un diğer kitaplarından farklı bir tarzda yazılmış bir roman değil. Kitapta, yazarını belli eden pek çok ayrıntıyla karşılaşmanız mümkün. Tüketim toplumuna, günlük alışkanlıklara, Amerikan Rüyasına, aile yaşamına, ebeveynlere ve genel düşüncelere yönelik pek çok eleştiri, üzeri kapalı birçok göndermeyle karşılaşmanız mümkün. Kitabın ana karakteri, her zaman olduğu gibi toplumda görmeye pek alışkın olmadığınız bir karakter. Fight Club'ta geceleri uyuyamayan ve bu yüzden sabun yapan bir adam, Ölüm Pornosu'nda bir porno yıldızı gibi karakterleri anlatan Palahniuk, bu kitabında da bir sex bağımlısını anlatmış.

Kitabın içeriğine gelirsek, Chuck Palahniuk'un diğer kitaplarındaki kadar idrak etmesi zor bir anlatım yok. Palahniuk'un diğer kitaplarını okurken pek çok kez, okuduğum yerleri tekrar okumak zorunda kalmıştım. Zaten genel olarak, Yeraltı Edebiyatı anlaması zor bir anlatıma sahip olduğu için normal olan bu şekilde okunması. Kendinizi kitaba çok iyi vermediğiniz sürece buna mecbursunuz da diyebiliriz. Ama Tıkanma'yı okurken bu durumla çok karşı karşıya kalmadım. Anlaması çok daha rahat bir kitap olmuş. Kitabın dili yine oldukça sert. Hiçbir hafifletmeye gidilmeden, birçok gerçek olduğu gibi doğru kelimelerle yansıtılmış. Kitap, "Eğer bu kitabı okumaya niyetliyseniz vazgeçin" cümlesiyle başlıyor ve ilk bölümde de neden vazgeçmeniz gerektiğine dair ayrıntılardan bahsediliyor. Kitaba dair birçok ayrıntıda aklınıza Dövüş Kulübü'nün gelmesi kaçınılmaz. Örnek olarak, ana karakter Victor Mancini'nin sex bağımlılığı yüzünden grup terapilerine katılması ister istemez Dövüş Kulübü'nde Narrator'ın gittiği grup terapilerini getirecektir aklınıza. 

Kitap, Tıp Fakültesinden kovulan Victor Mancini'den bahsediyor. Victor Mancini, annesi bir klinikte tedavi gören, okuldan atılmış ve sex bağımlısı bir adamdır. Mancini, bir süre sonra para kazanmak adına bir yol bulur. Lüks restoranlarda yiyecekler boğazına takılmış gibi yapacak ve birinin gelip kendisini kurtarmasını sağlayacaktır. Böylece kendisini kurtaran kişi, hem bir kereliğine bile olsa kendini kahraman zannedecek, hem de Mancini'den sorumlu olacaktır. Bu sorumluluktan ötürü de Victor Mancini'ye yardım edecektir. Bunları yaparken, bir yandan sex bağımlılığının tedavisi için grup terapilerine gitmektedir. Bu terapilerin ne kadar başarılı olduğunu öğrenmek için kitabı okumanızı öneriyorum. Annesinin tedavi gördüğü klinikte, annesiyle ilgilenen Paige Marshall ve mastürbasyon yapmadığı her gün için eve bir taş getiren Victor'un arkadaşı Denny kitabın diğer ana karakterleri.

Kitapla ilgili birkaç ilginç not da mevcut. Öncelikle kitabın 2008 yılında filme uyarlandığını söyleyelim. İlk olarak Darren Aronofsky'nin adı geçmiş yönetmenlik için ama sonra gerçek olmamış. Filmi henüz seyretmedim, açıkçası okuduklarımdan sonra seyretmeyi de pek düşünmüyorum. Kitaba oranla filmin çok başarısız olduğuna dair pek çok şey okudum. Chuck Palahniuk'un filme ilk uyarlanan kitabının Fight Club olduğunu, filmin tam bir efsane hâline geldiğini, bunun yanı sıra favori filmim olduğunu düşününce, bir Palahniuk kitabının film uyarlamasından beklentide çok büyük oluyor tabi. Aktarılacak bir diğer not ise, kitap Türkçeye ilk çevrildiğinde bir soruşturmayla karşı karşıya kalmış ve baskısı yapılmamış. Daha sonra mahkeme kararıyla aklanınca raflarda yerini almış. 

Tıkanma'yla ilgili aktaracaklarım bu kadar. Palahniuk'un en iyi kitaplarından birisi olduğuna dair pek çok yazı okuyabilir ve duyabilirsiniz, hatta en iyisi olduğunu bile. Eğer Yeraltı Edebiyatı ve Chuck Palahniuk'u seviyorsanız okumanız gerekir diye düşünüyorum. Kitabın arka kapağının son kısmında  ise Chuck Palahniuk'u anlatan bir yazı var. Yazımı onunla bitirmek istiyorum:

Palahniuk, "Gösteri Toplumu" nun en veciz yazarlarından biridir. Çarpıcı, gerçekdışı, tutarsız ve anlamsız. Aynı zamanda müthiş bir hayal gücü ve yergi kapasitesi eşliğinde ev, araba, televizyon ve kazanmaya indirgenmiş hayatların içyüzüne bakar; bilinçaltındaki genelevleri ziyaret eder.

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi












Baskılara, önerilere, konuşulanlara ve sosyal medyaya daha fazla dayanamayıp, üşenmeden oturdum ve oldukça hızlı bir şekilde BEHZAT Ç.'yi izledim. Ortalama bir buçuk saat kadar süren otuz sekiz bölümlük ilk sezonu tek bir an dahi sıkılmadan bitirdim ve sonuç mükemmel. Bu kadar büyük beklentiyle izlemeye başlayıp, hayal kırıklığımın en az düzeyde olduğu birkaç yapımdan biri olduğunu söylemem mümkün. Bu diziyi izlemek adına üzerimde etkileri olan Volkan Maviş, Ata Özçelik gibi isimlere buradan selam edip, bol bol teşekkürlerimi yolluyorum. Ayrıca Ata Abi'nin diziyle ilgili yazısına buradan ulaşmanız mümkün. 

Yapımdan bahsedersek, Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi, Emrah Serbes'in aynı isimli polisiye romanından uyarlama. İsminden anlaşılacağı üzere, konu Ankara'da geçiyor ve Ankara Cinayet Büro elemanlarının başından geçen olayları anlatıyor. Diziyle hemen hemen aynı süre zarfında kitabı okuyup bitirdiğimi de belirteyim. Fight Club ve Chuck Palahniuk'u bize tanıtan nasıl filmi olduysa, Emrah Serbes ve Behzat Ç.'yi de bize tanıtan dizisi oldu desek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Biz toplum olarak polisiye hikayeleri pek sevmeyiz. Kendi adıma konuşmam gerekirse bende pek haz etmem. Çünkü samimiyetsizdir ve klişelerle doludur. Bir süre sonra anlarız ki, aslında hepsi birbirinin benzeridir ve bir süre sonra aynı yerde dönüp durur. Karakterler, konular, diyaloglar vs. hep aynıdır. Hatta polislerin vicdanlarını sorgulama tarzları bile birbirine çok benzer. Peki Behzat Ç.'yi bu kadar özel yapıp, Behzat Ç. birası gibi kavramlar oluşturacak kadar bir fenomen haline getiren sebepler nelerdir? İşte doğru soru bu. Gecikmeden başlıyorum anlatmaya. 

Öncelikle bu dizide gördüğümüz bence en önemli fark, genel anlamda her şeyiyle hayatın içinden olması. Karakterler, diyaloglar, filmi çekerken kullanılan teknoloji, giyilen giysiler buna verilecek birkaç iyi örnek olabilir. Türkiye'de yayınlanan bütün polisiye dizilerde, polisler mükemmel bir aksanla konuşur, giysileri jilet gibidir, sinirlendikleri zaman asla kontrolden çıkmazlar, alkolü sadece boş vakitlerinde kullanırlar ve sanki anlaşmışlar gibi, her dizide de bütün bunların tam tersi aykırı bir karakter mutlaka bulunur. Onuda amiri evirir çevirir yola sokar, adam eder. Ama Behzat Ç.'de bu durum pek böyle değil. Ankara Cinayet Büro elemanları bu hikayede alkollü araç kullanıyor, eğlenmek için pavyona gidiyor, sorgu sırasında istediklerini yapmayanlara şiddet uygulayıp küfür ediyor, kendi aralarında konuşurken İmla Kılavuzu yutmuş gibi değil de sokakta bizim birbirimizle konuştuğumuz gibi konuşuyor. Tabi bu ve benzeri ayrıntılar diziyi samimi yapıyor ve polislerinde bizim gibi sağlıklı birer insan evladı olduğunu hatırlatıyor izleyicilerine. Başka bir önemli ayrıntı ise dizinin Ankara'da geçiyor olması. Mekanlar, dizide ara sıra gördüğünüz tanıdık yüzler ve "la, bebe" gibi Ankara'ya has sözler ister istemez Ankaralılara bir tebessümle izlettiriyor diziyi. Düğünlerde Ankara Havası oynanması, karınlar acıktığında tavuk döner yenmesi, içmek için orta gelirli insanların Sakarya Caddesi'ni seçmesi ve bunun gibi birçok ayrıntı Ankaralı olmayı hatırlatıyor insana. 

Ekibe gelirsek, dizinin genel yönetmenliğini Serdar Akar yapıyor. Senaryo Ercan Mehmet Erdem tarafından kaleme alınmış. Bazı bölümlerin senaryosu ise bizzat Emrah Serbes tarafından yazılmış ve açıkçası bu bölümler biraz daha ön plana çıkarak kendini farkettiriyor. Yapımcı ise Tarkan Karlıdağ. Dizinin başrol oyuncuları ise, Erdal Beşikçioğlu, Canan Ergüder, Ayça Eren, Ege Aydan gibi oyunculardan oluşsa da, bana göre dizinin tek başrol oyuncusu var. Behzat Ç. karakterine hayat veren Erdal Beşikçioğlu. Dizinin müziklerini Pilli Bebek yapıyor ve kesinlikle çok başarılılar. Belli sahnelerde şarkılar yerine öyle bir oturmuş ki şarkıları o sahnelerle duymak için ister istemez tekrar izliyorsunuz. Dizi ilerledikçe, Nejat İşler, Güven Kıraç, Aslı Tandoğan, Zafer Algöz gibi usta oyuncuları görmeniz mümkün. Özellikle Nejat İşler'in oynadığı Ercüment Çözer karakteri diziye hayat veren karakterlerden bir tanesi. Bu isimler dışında Hazal Kaya, Harun Tekin gibi isimlerde konuk oyuncu olarak yer alıyor. 

Dizinin konusu ise iki farklı şekilde ilerliyor. Dizinin Behzat Ç. karakterinin üstünde yükseldiğini söylemek mümkün. İlk olarak Behzat Ç. nin hikayesi sezon boyunca anlatılıyor. Ailesiyle yaşadığı olaylar, genel karakteri, psikolojisi, geçmişi ve hikayesine dair hemen her bölümle birlikte yeni bir şeyler öğrenmek mümkün. İkinci olarak ise, her polisiye dizide olması gerektiği gibi, bölümden bölüme farklı cinayetlerle uğraşan Ankara Cinayet Büro elemanlarının olayları çözmesi anlatılıyor. Ankara Cinayet Büro elemanları, Behzat Ç.(Erdal Beşikçioğlu), Harun(Fatih Artman), Hayalet(İnanç Konukçu), Akbaba(Berkan Şal), Eda(Seda Bakan)Cevdet(Berke Üzrek), Selim(Hakan Hatipoğlu) isimlerinden oluşuyor. Diziyi özel kılan önemli bir konuda, yansıtmak istediği konularla alakalı hiç yumuşatmaya ve sansüre gitmeden bütün çıplaklığıyla bahsetmesi. Sol grupları, emniyette var olan çıkar ilişkilerinin nelere sebep olduğu, parası ve iyi ilişkileri olan bir insanın kanun önünde bunu nasıl kullandığı, derin devletle ilişkili kişilerin kuralları nasıl yönlendirdiği, işini iyi yapan ama bunu yaparken var olan düzeni hiçe sayan polislerin nasıl başlarının beladan bir türlü kurtulmadığı bu konulardan birkaçı. Polisleri anlatan bir dizi olmasına rağmen, polislerin yaptığı birçok şeye(narkotik polisinin çocuğun cebine hap koyması, örgütle alakalı bir soruşturmada kıdem atlamayı bekleyen bir polisin olayın içinde yer alması vb.) eleştirel yaklaşması da diziyi özel ve samimi kılan ufak ayrıntılar. 

Kendi fikrimce Selim rolünü oynayan Hakan Hatipoğlu hariç belli bir seviyenin altında kalan hiçbir oyuncu yok. Bütün karakterler, kendilerine can verecek oyuncuları çok iyi bulmuş. Erdal Beşikçioğlu, Ege Aydan, Canan Ergüder gibi yüzüne daha önceden aşina olduğumuz isimlerde - izlediklerim içerisinde - kendilerine en çok yakışan rolleri canlandırıyorlar diyebilirim. 

Behzat Ç.'yi anlatıp da Erdal Beşikçioğlu'na ayrı bir parantez açmadan olmaz tabi. Erdal Beşikçioğlu tanınmış ve beğenilen bir oyuncudur. Onu daha önceden yer aldığı Barda, Vali gibi başarılı projelerden hatırlamak mümkün. Ama kariyerinin zirve noktasını bulmuş demek yanlış olmaz. Elinde tesbihi, sürekli içtiği birası, telefonu açarken "alo" yerine "ha" demesi, neredeyse hiç çıkarmadığı deri ceketiyle bir efsane olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Sıkı bir Gençlerbirliği taraftarı olmasının yanı sıra, gençliğinde de amatör kümede bir takımda iyi bir stoper olması da diziye dair bir ayrıntı. Hatta dizinin reyting sıkıntısı yaşadığı bir dönem Gençlerbirliği taraftarlarının diziye destek vermeye başlamasına dair bir yazı bile okudum. Bundan  yıllar sonra hayat verdiği Behzat Ç. karakterinin, kendi ismiyle özdeşleşmiş bir şekilde hatırlanacağına hiç şüphe yok. Hem o rolünü bulmuş, hemde rolü onu bulmuş diyebilirim. Ben pek dizi izlemem ama filmlerden örnek vermek gerekirse, başrol karakterinin üzerinde yükselen filmler vardır. Karayip Korsanları ve Jack Sparrow buna iyi bir örnek olabilir mesela. Behzat Ç.'de de bunu gördüğümüzü söylemek yanlış olmaz sanırım. 

Benim dizi kültürüm pek yoktur. Eskiden birçok yerli dizi izlerdim ama bir süredir sadece tek tük denk gelirse izlediğim diziler var. Lost ile birlikte başlayan yabancı dizi izleme furyasına da henüz kapılmadığımı söyleyebilirim. Bizim ülkemizde her sezon çok fazla dizi yayınlanıyor. Pek çok insan bunların bir kısmını takip ederken, çoğu dizi reyting alamadığı için yayından kaldırılıyor. Avrupa Yakası, Kurtlar Vadisi, Tatlı Hayat, İkinci Bahar, Deli Yürek bir dönem takip edip ilgiyle izlediğim yerli dizilerden birkaçı. Fakat bugüne kadar izlediğim en iyi dizinin Behzat Ç. olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ekim ayında bizlerle buluşacak sinema filmini şimdiden merakla bekliyorum. Yoksa siz hala izlemeye başlamadınız mı? Zaman kaybetmeyin derim. Şimdiden iyi seyirler hepinize.