16 Aralık 2011 Cuma

Following












Christopher Nolan, yaptığı işlerle şu aralar en gözde yönetmenlerden bir tanesi konumunda. Henüz kırk bir yaşında olan Nolan'ın yönettiği uzun metrajlı yedi tane filmi mevcut ve bu filmlerden beşi an itibarı ile IMDB'nin TOP250 listesinde yer alıyor. Bu basit istatistik bile ne kadar başarılı olduğunu göstermeye yeter diye düşünüyorum. Yönettiği uzun metrajlı filmler kronolojik sırasıyla Following, Memento, Insomnia, Batman Begins, The Prestige, The Dark Knight ve Inception. Bunların ilki olan Following hariç diğer hepsini daha önce izlemiştim. Birkaç yıldır sürekli aklımda olan Following'i de izleyerek, hem uzun zamandır izlemek istediğim filmlerden birini daha aradan çıkarmış hem de Nolan'ın bütün uzun metrajlı filmlerini izleyerek tamamlamış oldum.

Nolan'dan kısaca bahsedecek olursak, yönetmen 1970 Londra doğumlu. Yönetmenliğe çok küçük yaşta merak salan Nolan, henüz yedi yaşındayken babasına ait olan kamerayla çekim yapmaya başlamış. Londra'da İngiliz Edebiyatı eğitimi alan yönetmen, uzun metrajlı filmler çekmeye başlamadan önce birkaç tane kısa film denemesinde bulunmuş. Bunlardan "Larceny" 1996 yılında Cambridge Film Festivalinde gösterilmiş. Bundan sonra ki denemesi olan "Doodlebug" ise 1997 yılında seyircisiyle buluşmuş. Bugün size yazacağım Following ise ilk uzun metrajlı filmi ve 1998 yılında izleyicisine sunulmuş.

Following'i enteresan kılan bazı sebepler var. Mesela bütçesi çok kısıtlı olan bir film. Bu sebepten ötürü, Nolan'ın bu filmde rol verdiği isimler kendi akrabaları ve arkadaşlarından oluşuyor. Daha sonra çalıştığı oyuncuların Amerikan Sinema Endüstrisinin en gözde oyuncuları olduğu düşünülünce oldukça enteresan bir not olarak göze çarpıyor. Daha önce Pi'yi izlemiş olan herkesin, Following'i izlerken o filmi hatırlayacağına adım gibi eminim. Siyah beyaz bir film, yakın çekimler, paranoya(paranoya konusunda Following, Pi'nin yanından bile geçemez ama bir miktar paranoya bu filmde de mevcut)...

Filmin türü ise polisiye dersek yanlış olmaz. Yazarlık yapan bir esas oğlan enteresan bir şey yapar ve tanımadığı insanları takip etmeye başlar. Cinsiyet seçmez, bir şeye ulaşmak istemez... Sadece takip eder ve günün birinde yapmaması gereken bir hata yaparak aynı kişiyi ikinci defa takip etmeye karar verir. Takip ettiği kişi bunu fark eder ve hikâyenin bundan sonrası biraz değişik bir hâl alır. Adı Cobb olan bu kişi, insanların evine girmekte, bir şeylerin yerini değiştirmekte, maddi değeri çok yüksek olmayan şeyleri almaktadır. Klasik bir hırsızdan farklı olan bu kişi, Genç Adam'ı kendi oyununa ortak eder. 

Kesinlikle Nolan harikası filmlerden bir tanesi olmuş. O zamanlar daha ilk filmi olan, bu kadar popülaritesi ve maddi kaynağı bulunmayan, uzun metraj konusunda henüz çaylak olan Christopher Nolan bu filmi bugün elinde olan imkânlarla çekmiş olsa neler yapabilirdi düşünemiyorum bile. Kurgusu kesinlikle mükemmel. Karmaşık kurgu tekniğiyle çekilen filmi garip bir gerilimle izleyeceksiniz. Yetmiş dakika süren film, zaten kısa olduğu için tek oturuşta müthiş bir heyecanla izleyebileceğiniz türden. Daha öncekileri de göz önünde bulundurunca, Nolan'ın bütün filmleri birbirinden güzeldi ve şu an benim için yüzde yüzle gidiyor. İşin aslı, favori yönetmenlerim içinde de yeri en üst sırada ve Following'i izlememle birlikte benim için bir adım daha yukarıda artık. 

Following'in ardından Nolan'ın da bütün filmlerini tamamlamış oldum. Bunu daha önce Darren Aronofsky adına başarmıştım. Christopher Nolan, bugüne kadar her filmini aylar öncesinden beklediğim bir yönetmendi. Following'i izledikten sonra düşünüyorum da şu an benim için bulunduğu noktaya uzun süre kimse yaklaşamaz sanırım. Artık yeni filmi The Dark Knight Rises'ı merakla bekliyorum. Bakalım o filmle bize ne gibi harikalar sunacak.

13 Aralık 2011 Salı

A Single Man


















Uzun süredir izlemek istediğim filmlerdendi A Single Man. Bugün nihayet izledim. Filmden önce IMDB'den bilgileri alırken yapımcı, senarist ve yönetmen kutucuklarında Tom Ford ismini gördüm. Tom Ford adı kolay akılda kalabildiği için hatırlamam zor olmadı. Daha önce bir gözlük markası olarak Tom Ford ismini duymuştum ama modayla uzaktan yakından bir ilgim olmadığı için Tom Ford'un dünya çapında bir modacı olduğunu bilmiyordum. Dolayısıyla iki Tom Ford'un aynı kişi olduğunu idrak etmem ancak film bittikten sonra bloglarda gezerken oldu.

2009 yapımı filmin başrollerinde Colin Firth ve Julianne Moore gibi iki güçlü oyuncunun ismini görüyoruz. Bu ikiliye Matthew Goode eşlik etmiş. Film Christopher Isherwood'un aynı isimli romanından beyazperdeye uyarlanmış. Türkçeye, Tek Başına Bir Adam ismiyle çevrilen kitap, film olarak uyarlandığında da aynı isimle yer bulmuş. En İyi Erkek Oyuncu Oscarı'na Colin Firth'le aday olan film, o senenin en iyi filmlerinden biri olarak göze çarpıyor. İzlemek için çok beklediğim bile söylenebilir.

Senaryoya gelirsek, George Falconer(Colin Firth) bir edebiyat profesörüdür. Eşcinsel olan George, on altı yıllık sevgilisi Jim(Matthew Goode)'in ölümüyle oldukça sarsıntılı günler geçirmeye başlar. Kendini yalnız hisseden George, fiziksel ve ruhsal olarak çok acı çekmektedir. Nitekim bu duruma daha fazla dayanamaz ve Jim'in ölümünden sekiz ay sonra intihar etmeye karar verir. Geride kalanlara her türlü kolaylığı sağlayacak şekilde kusursuz bir planla hayatına son verecek olan George'un hesaba katmadığı şeyler olur. Kendisine aşık olan ve eski sevgilisi olan Charley(Julianne Moore) ise Jim'den sonra George'un en büyük destekçisidir. 

Filmin hemen her konuda dümenin başında olan ismi Tom Ford'un da bir eşcinsel olması, konusu itibarı ile filmi farklı kılan bir ayrıntı olmuş. Buna karşılık Ford'un filme yansıması iyi işlenmiş bir eşcinsel teması olarak değil de mükemmel adapte edilmiş bir görsel şölenle olmuş. Yakışıklı erkekler, güzel kadınlar, harika kıyafetler hatta ve hatta çok şık gözlük çerçeveleri... A Single Man'i izlerken bu görsellik beni içine aldı ve filmden sonra Tom Ford'un dünyanın sayılı modacılarından biri olduğunu öğrenmemle durumu anlamış oldum. Oyunculuklar kesinlikle mükemmel. Colin Firth birkaç sene önceden bu rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Oscarı'na aday olarak The King's Speech ile aldığı heykelciğe göz kırpmış aslında. Julianne Moore ise yine harika görünüyordu ekranda. Keşke biraz daha görebilseydik dedirtse bile göründüğü kadarıyla bile beni heyecanlandırmayı başardı. 

- biraz spoiler - 

Aslında spoiler vermekten hoşlanmıyorum ama bahsetmek istediğim birkaç sahne var ve belki benim gibi filmden sonra birkaç defa açıp seyredersiniz. George'un intihar etmek için elinde silahla ıkındığı bir sahne var ki Firth'ün oyunculuğuna hayran olmamak elde değil. Bunun yanı sıra George ve Charley'in yere uzanıp sigara içerken girdikleri diyalog tadına doyulmaz cinstendi.

A Single Man'i özel yapan ayrıntılardan bir tanesi de flashbacklerinin başarısı diye düşünüyorum. George'un anılarıyla geriye dönüş yapılan sahneler dikkat çekiciydi. Bu sahnelerde yapılmış olan renklendirme yine bir Tom Ford etkisi diye tahmin ediyorum.  

- spoiler son - 

A Single Man'i izlemenizi şiddetle öneriyorum. Aslında anlayabildiğim en önemli ayrıntı bir modacının filme nasıl etki ettiği oldu bu filmde. Tom Ford sinema kariyerine devam eder mi bilmiyorum ama kesinlikle devam etmeli. Eğer ilk deneyiminde bu kadar başarılı olduysa sonrası o ve izleyiciler için çok daha parlak olabilir. Kendisini yeni projelerle görmeyi diliyorum.

8 Aralık 2011 Perşembe

Hugo















Normal şartlarda iyi filmlerden, vizyona girmeden önce haberdar olurum ve beklerim. Yapımcılığını Johnny Depp 'in, yönetmenliğini Martin Scorsese 'in yaptığı kitaptan uyarlama bu film daha önce hiç dikkatimi çekmemişti. Beğenerek takip ettiğim bloglardan Altbilgi(takip etmeye başlayalı çok kısa bir süre oldu)'yi geçenlerde okurken bu filmin yazısını okudum ve blogun sahibinin Twitter 'da yazdıkları ister istemez büyük merak uyandırdı bende. Daha sonraları internette gezerken de bol bol güzel şeyler okudum filmle ilgili. Nitekim daha fazla dayanamayıp gün itibarıyla izledim. Ayrıca Altbilgi 'de yer alan Hugo yazısına buradan ulaşabilirsiniz.

Filmin yönetmenliğini Martin Scorsese 'nin yaptığını söylemiştim. Hollywood 'ın efsane yönetmenlerinden olan Scorsase 'i anlatmak için Raging Bull, Goodfellas, Taxi Driver, Casino, The Aviator, The Departed, Shutter Island gibi bir liste saysam size yeterli olur sanırım. Listeden de anlayabileceğiniz gibi Robert De Niro ve Leonardo Di Caprio 'yla çalışmayı çok seven bir yönetmen. IMDB 'nin TOP 250 listesinde birçok filmi olan yönetmen Oscar 'a ancak 2006 yapımı The Departed ile ulaşabildi. Aslını söylemek gerekirse birkaç önemli istisna hariç yaptığı işlerle bende derin etkiler bırakmış bir yönetmen değil. Ama başarısı yadsınamaz bir gerçek elbet.

MARTIN SCORSESE




Hugo 'nun kitabıyla ilgili bir fikrim yok. Böyle bir kitap olduğunu filmden sonra öğrendim. Projenin varlığından ne kadar uzakta kaldığımdan bahsetmiştim zaten. Spoiler vermemek adına - ki ben herhangi bir spoiler okumadan seyretmek için çok uğraştım - filmin konusundan detaylıca bahsetmek istemiyorum size. Kısaca, 1930 'ların Paris 'inde geçen sıcacık bir hikaye Hugo. Hikaye, ismini ana karakteri olan Hugo Cabret 'ten alıyor. Bir tren istasyonu hikayesi olan film, Charlie and The Chocolate Factory tadında bir film olmuş. En azından bana onu hatırlattı. O filmin başrol oyuncusu olan Johnny Depp 'in, Hugo 'nun yapımcısı olması güzel bir tesadüf olmuş. 

Oyuncu kadrosunda Christopher Lee, Ben Kingsley, Jude Law gibi isimler göze çarpıyor. Filmin akışı açısından önemli rollerde olsalar bile, Hugo Cabret 'i canlandıran Asa Butterfield ve Isabelle karakterine hayat veren Chloe Grace Moretz başrol karakterleri olarak karşımıza çıkıyor.






Kendi düşüncelerime geçmeden önce 3D teknolojisinden biraz bahsetmek istiyorum. Aslında daha önce yazdığım Pirates of the Caribbean : On Stranger Tides yazısında bahsetmiştim ama tekrar üstünden geçmek istiyorum. 3D teknolojisi bütün dünya genelinde bu şekilde mi bilmiyorum ama kesinlikle tam çözüme kavuşmamış bir teknoloji. Kullandığımız gözlükler çok rahatsız ve bir süre sonra baş ağrısı yapıyor. Filmi sürekli koyu renklerle izlemek zorundasınız ve 3D gözlüğü reaksiyonlarınızı minimuma indirgiyor. Aslında Hugo, 3D kullanılmadan çekilebilirmiş ve bence çok daha güzel olurmuş. 3D olayı filmin belli sahnelerine çok yakışmış. Günlerdir okuduğum "şimdiye kadar çekilmiş en iyi 3D film" yorumlarına da kesinlikle katılıyorum. Ama 3D 'nin genel problemleri Hugo 'da da sıkıntı yaratmış. 

Filmle ilgili çok takıldığım bir diğer ayrıntı daha var. Bir diyalog esnasında David Copperfield ismi geçti. Eğer bizim bildiğimiz Copperfield ise - ki emin değilim hata yapıyor olabilirim - 1930 'ların Paris 'inde ne yapıyor bilmiyorum. Belki de atladığım bir şeyler vardır. Patron Martin 'e haksızlık etmeyelim oturduğumuz yerden. 



Sonuç olarak filmi çok beğendiğimi söyleyebilirim. Bugüne kadar yapılmış en iyi 3D film yorumlarına kesinlikle katılıyorum. En azından izlediklerim arasında - ki daha önce en iyi olarak çıkmış bütün 3D filmleri seyrettim - en iyisiydi. Film birkaç hafta daha vizyonda kalacak. Henüz izlemediyseniz vakit kaybetmeyin derim. İyi seyirler hepinize.

1 Aralık 2011 Perşembe

Dedemin İnsanları

















Dedemin İnsanları, geçtiğimiz cuma vizyona giren bir Çağan Irmak filmi. Vizyona girdiği ilk gün izleme fırsatı buldum. Adını ve kadroyu duyduğumuz zaman ister istemez "Babam ve Oğlum" gelmişti hepimizin aklına ve oldukça heyecanlanmıştık. Aslında Çağan Irmak da her projesi izlenmesi gereken sinemacılardan biri haline geldi bu ülkede. Arada birkaç tane orta şerbetli filmi olsa da, Asmalı Konak'tan bugüne yaptığı filmlerle ses getirmiş bir yönetmen. Bu sizin için yazacağım ilk Çağan Irmak filmi olduğu için kendisinden ayrı bir paragrafta bahsetmek istiyorum. 

4 Nisan 1970 İzmir doğumlu Çağan Irmak. Çocukluğunu da Ege Yöresi'nde geçiren yönetmen, Ege Üniversitesi Radyo Televizyon bölümünden mezun olmuş. Aslında birçoğumuz dönemin popüler dizisi Asmalı Konak ile tanıdık kendisini. Yıllar önce televizyonda izlediğim ve aklımda ciddi yer eden Günaydın İstanbul Kardeş(sanırım televizyon filmiydi) isimli projenin yönetmeninin de Çağan Irmak olduğunu yıllar sonra IMDB'den öğrendim. Çemberimde Gül Oya isimli dizinin hem senarist hem de yönetmenlğini yapan Irmak, daha sonra uzun metrajlı film projelerine ağırlık verdi. Mustafa Hakkında Her Şey, Babam ve Oğlum, Issız Adam en ses getiren projeleri olarak göze çarpıyor. Birçok projesinde aynı isimlere yer vermek, çok iyi gözlem yapıp bunu seyircisine aktarmak, görüntü kalitesine önem vermek(bunu Asmalı Konak izlediğim yıllarda fark etmiştim) gibi konular Çağan Irmak'ın kendi tarzını yaratan etkenler diye düşünüyorum. 

Kadro Çetin Tekindor, Hümeyra, Yiğit Özşener, Gökçe Bahadır, Sacide Taşaner, Mert Fırat, Ezgi Mola, Zafer Algöz gibi oldukça güçlü isimlerden oluşuyor. Filmde yer alan Ozan karakteri ise Durukan Çelikkaya tarafından canlandırılmış.  Ozan'ın büyümüş halini de kısaca filmde gördük. Bu karakter de Ushan Çakır'la hayat bulmuş.  Kendi hikâyesini anlatan Çağan Irmak, aynı zamanda filmin senaristi elbette. Birçok projesinde hem senaryoyu yazıp hem yönetmenlik koltuğuna oturan Irmak, Dedemin İnsanları'nda da geleneği bozmamış. Mayıs ayında başlayan çekimler Temmuz ayı itibarı ile son bulmuş. 

Senaryoya gelirsek, Çağan Irmak'ın kendi hikâyesini anlattığını söylemiştim. Irmak, kendine Ozan ismini vermiş. Ozan(Durukan Çelikkaya), henüz ilkokul çağında olup bir Ege kasabasında yaşamaktadır. Dedesi olan Mehmet Yavaş(Çetin Tekindor) halk arasında oldukça sevilen ve saygı duyulan bir manifaturacıdır. Mübadele zamanında henüz bir çocukken Girit'ten göçmüştür Mehmet Bey. Bundan dolayı arkadaşları Ozan ile gavur diye dalga geçer ve Ozan bu konuya oldukça kafasını takmaktadır. Türk olduğunu ısrarla söyleyerek arkadaşları ve ailesine kafa tutan Ozan ve Mehmet Bey 'in hikâyesi anlatılıyor filmde.   

Genel olarak bu iki karakter üzerinde yükselen senaryoda Yiğit Özşener, Ozan'ın babası, Gökçe Bahadır annesi ve Sacide Taşaner de babaannesini oynuyor. Küçük bir çocukları daha bulunan bu aile, sıcacık bir aile portresi gösteriyor seyircilerine. Hümeyra ise bu ailenin yakın ilişkisi olan bir komşusunu canlandırıyor. Mert Fırat ve Ezgi Mola isimlerini de Mehmet Bey'in annesi ve babası rolünde flashbacklerle izliyoruz. 

Aktarmak istediğin bazı notlara gelirsek; filmi izlemek için acaba "Yeni bir Babam ve Oğlum olabilir mi?" diye düşünenler varsa aynı paralelde filmler değil. Kısacası gönül rahatlığıyla gidip seyredebilirler. Film, Babam ve Oğlum gibi ağlatmıyor. Belli sahnelerde duygulanmamak elde değil. Bence bu noktalarda Çağan Irmak devreye girmiş ve seyircisi çok fazla ağlamasın diye üzerinde çalışmış sanki. Eğer isteseymiş bu hikâyeyi de seyircisine hüngür hüngür gözyaşlarıyla izlettirebilirmiş diye düşünüyorum. Yine çok iyi gözlemler mevcut. Hayatın ve insanların içine çok iyi girmeyi başarmış yönetmen. Dolayısıyla bu hikâye de seyirciye bir nefes kadar yakın duruyor. Aynı oyuncularla çalışma geleneğinden Dedemin İnsanları'nda da vazgeçmemiş Çağan Irmak. Çetin Tekindor ve Hümeyra, Çağan Irmak filmlerinden oldukça aşina olduğumuz yüzler. Hatta Babam ve Oğlum ile Ulak'tan sonra yan yana oynadıkları üçüncü Çağan Irmak filmi oldu Dedemin İnsanları.  

İki dedesiyle de çok özel ilişkiler kurmuş ve yakın zamanda ikisini birden kaybetmiş biri olarak filme izlemeden önce biraz düşündüm açıkçası. Neyse ki filmin duygusallığı vurucu değildi ve korktuğum başıma gelmedi. Mehmet Bey'i seyrettikçe iki dedemden de bir şeyler gördüm aslında. Birinin Mehmet Bey gibi manifaturacı olması diğerinin torunuyla kurduğu sıcak ilişkiler ve güler yüzlü hâli bunlara verilebilecek örnekler. Filmle ilgili ciddi anlamda tek eleştirim var ki oda şu; ikinci perdede su yüzüne çıkan siyasal olaylar kısmı biraz fazla uzamış sanki ve ben buralarda biraz sıkıldım açıkçası. Tamam kabul ediyorum Çağan Irmak kendi hikâyesini anlatmış ve istediği gibi şekillendirebilir. Bunu oldukça iyi bir şekilde de başarmış zaten. Ama bir seyirci olarak bu kadar çok siyasi eleştiriden ziyade daha fazla dede-torun ilişkisi seyretmek isterdim. 

Dedemin İnsanları başarılı bir Çağan Irmak filmi olmuş kısacası. Size izlediklerimin içinde en iyi Çağan Irmak filmi diyemem ama en iyilerinden bir tanesi olmuş diyebilirim. Gidip izlenmesi gereken bir film. En kısa zamanda izleyebilmeniz dileğiyle. Şimdiden iyi seyirler hepinize. Günün birinde belki bende kendi dedemin insanlarını yazarım size ve umarım keyifle okursunuz. Yazarım yazarım kesin yazarım. Hatta yazacağım. 

17 Kasım 2011 Perşembe

Arı Kovanına Çomak Sokan Kız


















Bir süredir yoktum buralarda. Sınavların fena bastırdığı bu günlerde bloga zaman ayırmak mesele değil ama film izleyecek ve kitap okuyacak pek vaktim olmadı. Geçen hafta bitirdiğim Arı Kovanına Çomak Sokan Kız kitabını yazmak için ancak fırsat buluyorum. Millenium Trilogy'nin son halkası olan bu kitabı ilk iki kitaptan sonra merakla beklemiştim. İsveçli, merhum gazeteci Stieg Larsson tarafından kaleme alınan bu serinin dünya çapında ne kadar beğenildiğini ve okunduğunu söylememe gerek yok. Reklamının yapıldığı her noktada "ULUSLARARASI BESTSELLER" yazısını ziyadesiyle okuduk hepimiz. Tıpkı kitapların kapağının en üstünde olduğu gibi. 

Yazardan biraz bahsedecek olursak, 1954 Stockholm doğumlu İsveçli bir gazeteci Stieg Larsson. Gençlik yıllarında ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı bir aktivist olarak çalışan yazar, üçlemede de derin izlerle anlatıyor bize bu fikirlerini. 2004 yılında ofisine çıkarken kalp krizi geçiren Larsson, eğer o gün hayatını kaybetmeseymiş Millenium Serisi bize tam on kitapla merhaba diyecekmiş. Ömrü buna vefa etmeyen yazar, sadece üç kitabı hazırlayabilmiş. Hazır olan dördüncü bir kitabın taslağının da sevgilisinde olduğuna fakat kanunlar gereği haklarının kardeşine verildiğini okudum. İlerleyen zamanlar böyle bir kitabın baskıya hazır olup olmadığını gösterecek bize. Yazık ki bu kitapların hiçbirinin basıldığını dahi göremeden vefat etmiş. Bugüne kadar kırk milyondan fazla satan kitaplarının bu başarısını görebilmeyi çok isterdi kuşkusuz. 

Aslında Arı Kovanına Çomak Sokan Kız'dan bahsetmem gerek ama üçlemeden yüzeysel olarak bahsetmeden kitabı tek başına anlatmak olmaz tabi. Hikâye iki ana karakterden oluşuyor. Gazeteci Mikael Blomkvist ve sıra dışı esas kızımız Lisbeth Salander. Olay ise genel olarak şöyle devam ediyor;

- Yazının bu kısmı az dozda spoiler içerir - 

Mikael Blomkvist ünlü bir gazetecidir ve bir sanayi devinin yolsuzluklarıyla ilgili bir araştırma yapar. Olayı eline yüzüne bulaştıran Blomkvist, bir süre hayatını askıya almış durumdayken İsveç'in ünlü iş adamlarından bir tanesi kendisine bir iş teklif eder. İş adamının uzun yıllardır kayıp olan ve hakkında kimsenin bir şey bilmediği yeğenine ne olduğunu araştıracaktır. Blomkvist bu olayı araştırırken, bu iş adamının kendisine bu işi vermeden önce, kendisini araştırdığını öğrenir. Bu işi yapanda Lisbeth Salander'dır. Bu araştırma için Salander'la iş birliği yapan Blomkvist, Salander'ın farklı karakteriyle yüzleştikçe onu kendine daha yakın hissedecektir. Genel olarak bu olayların anlatıldığı ilk kitabın adı Ejderha Dövmeli Kız. Kitapta ismini Lisbeth'in sırtında bulunan ve bütün sırtını kaplayan ejderha dövmesinden alıyor. 

İkinci kitapta ise Lisbeth'in hikâyesi anlatılıyor. Geçmişinde yaşadığı karanlık olaylar, toplum tarafından soyutlanmış bir kız olması, kendisine mahkeme kararıyla bir vasi atanması ve buna sebep olan olaylar zinciri göz önünde tutuluyor. Babasının iltica eden eski bir ajan olması, Lisbeth'in onu daha küçücük bir çocukken öldürme girişiminde bulunması gibi olaylarla daha karmaşık bir kurgu haline gelen ikinci kitap, ilkinden hiçbir şey kaybetmeden aynı heyecanla devam ediyor. Bu kitapta Ateşle Oynayan Kız ismiyle okuyucusuyla buluşmuştu. 

Arı Kovanına Çomak Sokan Kız, Lisbeth'in hikâyesini anlatmaya devam ediyor. İsveç Gizli Servisi, bunun içinde yer alan illegal bir örgütlenme, polis, basın, siyaset gibi kavramlar daha çok var bu kitapta. İlk iki kitapta ki aksiyona nazaran üçüncü kitap biraz daha durağan ama en az iki kitap kadar hızlı ilerliyor. 

- Ve spoiler biter -

Karizmatik ve başarılı gazeteci Mikael Blomkvist, aykırı ve zeki kız Lisbeth Salander üzerinden anlatılan bu hikâye oldukça başarılı. Kendi fikrimce mükemmel bir kurgu olmuş. Arı Kovanına Çomak Sokan Kız'ın kapağında yazan "Kurgunun ölümsüzlüğüne hoş geldin, Lisbeth Salander" ifadesi bu hikâyeyi çok iyi özetlemiş bir cümle. Keşke Larsson'un ömrü vefa etseydi de on kitap olarak tasarladığı bu serinin geri kalanını da okuyabilseydik. Bir solukta, oldukça hacimli bu üç kitabı okuyan ve beğenen birçok insanın aynen benim gibi bunu düşündüğüne eminim. 

Bütün dünyada beğeniyle okunmuş bu üçlemenin İsveç yapımı filmleri de mevcut. Filmlerin hepsi 2009 yılında vizyona girdi. Filmlerden ilk ikisini izlemiştim daha önce. Birinci film fena olmasa da ikinci film vasatın çok altındaydı ve her iki filmin de kitabın oldukça gerisinde kaldığını söylemem yanlış olmaz. Bu proje şimdi David Fincher'ın ellerinde ve Hollywood kalitesiyle bizlere sunulacak. İlk filmin çekimleri tamamlandı ve Ocak ayında, salonlarda yerini alacağı günü iple çekiyorum. Fragmanlarından bir yorum yapmak gerekirse oldukça iyi görünüyor ve beklentim oldukça yüksek. Kitaptan uyarlama senaryo konusunda Fincher'ın arkasında "Fight Club" gibi bir efsane varken beklentilerim katmerli bir şekilde büyüdü elbette.

Filmi ilk fırsatta izleyeceğim elbet. David Fincher, Daniel Craig gibi isimlerin içinde olduğu bu projeyi yazacağım günü hevesle bekliyorum. Eğer kurgu seviyorsanız, hatta kitap okumayı seviyorsanız, hatta ve hatta kitap okumayı sevmiyor bile olsanız hiç vakit kaybetmeden bütün kitapları edinin ve okuyun. Umarım şu dördüncü kitabın taslağı bir yerlerden çıkar ve bizi çok bekletmeden kendisini okumamızı sağlar. Mario Vorgas Llosa'nın dediği gibi "Kurgunun ölümsüzlüğüne hoş geldiniz."

2 Kasım 2011 Çarşamba

Scoop


















Film seçmekte sıkıntı yaşadığım günlerde - ki bu günler geçen hafta sonuna tekabül ediyor - isteğim üzerine önerilen bir filmdi Scoop. Önerisi için Cem Oğuz Yücel'e teşekkürlerimi iletiyorum. Daha önce izlediğim The Big Lebowski ve The Bucket List filmlerini de Cem'in önerisiyle izlemiştim ve şu ana kadar çok iyi filmleri sayesinde izlediğimi söyleyebilirim. Böyle insanların var olduğunu bilmek güzel elbet.  

Scoop, 2006 yılına ait bir Woody Allen filmi. Başrollerinde Hugh Jackman, Scarlett Johansson ve Woody Allen oynuyor. Filmin senaryosunu kaleme alan kişi de yine Woody Allen. Kısacası adam hem yazmış, hem yönetmiş, hem oynamış. Scoop, filmin diğer boşrol oyuncuları olan Scarlett Johansson ve Hugh Jackman'ın aynı sene beraber rol aldıkları iki filmden bir tanesi. Diğeri ise birçoğumuzun belleğinde önemli yer etmiş, Nolan harikalarından bir tanesi olan The Prestige.

Filmin konusu ise şöyle: Sondra Pransky(Scarlett Johansson) Amerika'da gazetecilik okuyan bir üniversite öğrencisidir. Enteresan bir olayla Peter Lyman(Hugh Jackman)'ın bir seri katil olduğuna dair bir duyum alır ve bu olayı çözmek için Londra'ya gider. Bu yolculuğunda ona yardım edecek kişi ise Sid Waterman(Woody Allen)'dır. Sondra'nın katil olarak şüphelendiği Peter Lyman, aristokrat bir İngiliz olmasının yanı sıra oldukça yakışıklı ve karizmatiktir. Sondra, Peter'a aşık olup şüphelenmekten yavaş yavaş vazgeçerken, Sid katilin Peter olduğuna emindir.

Düşüncelerime gelirsek, filmin konusu çok orjinal değil. Buna karşılık oldukça renkli ve izlenilesi bir film. Çerezlik, hoş bir film yapmış Woody Allen. Karakterler oldukça sempatik. Özellikle Woody Allen oldukça hoş görünüyor filmde. İzlediklerim arasında Hugh Jackman'ın en yakışıklı göründüğü film diyebilirim. Bunların dışında iyi diyaloglar ve güzel mekânlar görüyorsunuz filmde. Sonuç olarak izlemeye değer, güzel bir film öneriyorum size. İyi seyirler hepinize. 

31 Ekim 2011 Pazartesi

Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm



















Haftalardır hatta aylardır beklediğimiz an geldi ve Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm filmi geçen cuma vizyona girdi. Pazartesi itibarı ile filmi izlemiş bulundum fazla vakit kaybetmeden. Dizinin efsane sezon finalinden sonra, uzun bir aranın ardından fragman müziğini duyunca ne kadar özlediğimi fark etmiş oldum. Hemen her Behzat Ç. hayranının aynı duyguları yaşadığına veya yaşayacağına eminim. 13 Kasım'da başlayacak yeni sezon bölümleri için gün sayıyoruz artık. 

Film, bildiğiniz üzere Emrah Serbes'in Behzat Ç. Son Hafriyat kitabından uyarlama. Filmin adı ilk olarak Son Hafriyat olarak açıklanmış daha sonra Seni Kalbime Gömdüm olarak değiştirilmişti. Her ne kadar filmin adını ilk açıklandığı zamanlardan beri beğenmemiş olsam da yayınlanan afişiyle durumu biraz toparlamıştı benim için. Filmin afişinin, gördüklerimin içinde en iyilerden biri olduğunu söyleyebilirim. Erdal Beşikçioğlu'nun yüzüyle çok uyumlu olan afiş tasarımı, her ne kadar House'tan özenti olduğu yönünde eleştiri alsa bile kesinlikle çok başarılı. 

Benim gibi, kitabı okumuş olan herkes eminim ki filmi izlemeden önce nasıl bir film çekeceklerini uzun uzun düşünmüşlerdir. Bunun sebeplerini birazdan ayrıntılı olarak anlatacağım. Karakterler ve olay örgüsü düşünülünce, film diziyle irintili olsa bile bağımsız olarak da izlenebilecek bir film. Yapılan açıklamalar, kitap, dizi, karakterler gibi puzzle parçalarını birleştirince bunu anlamak zor değildi. Ama karakterlerin genel davranışlarını filmden önce bilmek, filmde olan bitenin daha içine girmek açısından avantaj sağlayacaktı elbet. Nitekim filme girdiğim zaman hem kitapları okumuş hem diziyi izlemiş biri olarak, bütün merakımla izlemeye hazırdım.

Filmin yönetmenliğini Serdar Akar yapıyor. Hikâye kısmı bildiğiniz üzere Emrah Serbes'e ait. Müziklerini de aynı dizide olduğu gibi Pilli Bebek yapmış. Nitekim henüz fragmanda bunu anladık. Oyuncu kadrosuna gelirsek, dizinin kemik kadrosu Şule hariç tamamen varlığını koruyor. Cinayet Büro'nun bütün memurları, Savcı Esra, Şevket bu kadro dâhilinde. Kadronun yenileri ise Tardu Flordun(Red Kit), Cansu Dere(Songül), Hakan Boyav(Kolsuz Ahmet) gibi isimler. 

Senaryoya gelirsek, kendine Red Kit diyen bir seri katil kurbanlarını öldürdükten sonra bir tabutla Ankara'nın parklarına gömmektedir. Bu olayın peşine düşen Behzat Ç. ve ekibi, kurbanların arasındaki bağlantıyı kurarken geçmişten gelen kirli ilişkileri ve olayları aydınlatmaya başlar. Bundan rahatsız olan istihbarat ve emniyet yetkilileri Behzat Ç. ve ekibinin olayı kapatmasını ister. Bunu dinlemeyen ekip olayın üstüne ısrarla gider. Bu olanlarla birlikte bir yandan Red Kit'i bulmaya çalışırken bir yandan da karşılarında durup önlerine taş koyan yüksek mevkideki kişilerle mücadele eder. Fakat Behzat Ç.'nin uğraşması gereken tek sorun bu değildir. Güzel ve acemi Olay Yeri İnceleme polisi Songül ile duygusal bir yakınlaşma yaşayan Behzat, bir yandan da kızı Berna(Hazal Kaya)'yı aklından atamamaktadır. 

- Yazının bu kısmı ağır spoiler içerir - 

Gelelim filmle ilgili düşüncelerime. Nasıl bir film çekeceklerini uzun uzun düşündüğümü ve bunun sebeplerini açıklayacağımı söylemiştim. Bundan biraz bahsedeyim. Son Hafriyat kitabında çok önemli olan birkaç ayrıntı var. Bunlardan belki de en önemlisi Behzat Ç.'nin kitabın neredeyse tamamında hiç konuşmuyor olmasıydı. Kızı Berna'nın ölümü üzerine diline kilit vuran Behzat, Harun kendisini Berna'nın mezarına götürene kadar tek kelime etmiyordu kitapta. İkinci bir ayrıntı ise Mülkiye Müfettişi. Soruşturmayı yapan bu müfettiş kitabın önemli detaylarından bir tanesi fakat bu müfettişle alakalı konu dizinin içinde işlenmişti. Dolayısıyla tekrar böyle bir konudan bahsedilmeyeceğini biliyorduk. Bu konu her ne kadar Behzat Ç.'nin konuşmaması kadar düşündürücü olmasa da kitapta anlatılan hikâyenin akışını belirleyen konulardan biriydi. Filmde de gördüğümüz üzere Mülkiye Müfettişi konusu işlenmemişti ve Behzat Ç. de konuşuyordu. Kendi adıma, filmin isminin değiştirilmesinde etkili olan birkaç önemli faktörden birinin bu değişiklikler olduğunu düşünüyorum. 

Oyunculara gelirsek, Tardu Flordun ve Cansu Dere isimleri açıklandığı zaman beni çok düşündürmüştü. Tardu Flordun'un Red Kit'i oynayacağını tahmin etmek zor değildi. Cansu Dere için ise kitapta yer alan Ekrem karakterinin kız kardeşini oynayacağını düşünmüştüm. Tardu Flordun tahminimde yanılmadım ama Cansu Dere çok farklı bir karakterle karşımıza çıktı. Kitapta Ekrem polisti ve zekasında problem olan hasta bir kız kardeşi vardı. Filmde ise Songül bir polisti ve hasta bir abisi vardı. Bu hamlenin tamamen Cansu Dere'yi ön plana çıkarmak amaçlı yapıldığını düşünüyorum ve açıkçası bu durum beni pek mutlu etmedi. Cansu Dere'yi başrol olarak görmektense kitapta yer alan hikâyeye sadık kalınmasını yeğlerdim. 

Filmde ana kadronun dışında yer alan isimler için Cansu Dere hariç hepsinin rolünün hakkını çok iyi verdiğini söyleyebilirim. Tardu Flordun ve Hakan Boyav iyi iş çıkarmış. Cansu Dere ise biraz sırıtıyor sanki. 

Filme dair en önemli ayrıntı ise, sansürsüz olması. Edilen küfürler alenen duyuluyor ve kesinlikle mükemmel olmuş. Dizideki dozajı ise biraz daha arttırarak filme enjekte etmişler. Bunun dışında sansüre takılmayan diğer ayrıntı ise sigara. Dizi adına, Behzat Ç. karakterini anlatmak için ne kadar önemli bir eksiklik olduğunu filmle anlamış olduk. 

Önemli eksilerden biri, en azından kendi adıma, Şule karakterinin filmde yer almamasıydı. Film diziden bağımsız bir olayı anlatıyor ve bence dizide yer alan hikâyeye rağmen Şule filme çok iyi adapte edilebilirdi. Diziyi izlemeden filmi izleyecek olanlar için Şule bir kayıp olmuş. Bu konuyla ilgili olarak karakterlerin özellikleri de biraz daha ön plana çıkarılmalıydı. Harun'un sorguda sürekli abur cubur yemesi, Hayalet ve Akbaba'nın teşkilatta ün yapma sebepleri, Behzat'ın üstü olan Tahsin ile yaptığı aşırı samimi ve küfürlü sohbetlerin sebebi gibi ayrıntılar, ilk defa bu karakterleri izleyen birine anlatılıyormuş gibi anlatılmalıydı diye düşünüyorum. 

- Spoiler bitti rahat olun - 

Behzat Ç.'yi elbette gidip yerinde izledik. Film, kendi fikrimce kitabında dizininde gerisinde kalmış. Ekonomik kaygılar, kitabı film yaparken atlanması gereken ayrıntılar, seyirciyi çok iyi anlayamamış olma gibi faktörler bence olayı olabileceğinden daha zayıf bir hâle getirmiş. Başka bir düşüncem ise, bence başka film ya da filmler de çekilecek. Filmin adının değiştirilme sebeplerinden birisinin de bu olduğunu düşünüyorum. Filmde, dizi ve kitaba kıyasla bir şeyler eksikti ama bunun ne olduğunu tam olarak idrak edemedim henüz. Baharatı az olmuştu sanki. Dizinin birçok bölümünden daha iyi değildi diye düşünüyorum. Ama elbette Behzat Ç.'yi eleştirsem bile karşılıksız bir hayranlığım var bu hikâyeye ve filmi de bütün eleştirilerime rağmen çok güzeldi. Karakterleri aylar sonra tekrar görmüş olmak bile yetti bana. En kısa zamanda gidip seyredin derim. Şimdiden iyi seyirler. 

24 Ekim 2011 Pazartesi

Bir Zamanlar Anadolu'da


















Haftalardır izlemek için ıkındığım ama bir türlü nasip olmayan Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da filmini gün itibarıyla nihayet izlemiş bulunuyorum. Filmi değerlendirirken yönetmene yönelik yorumlar yapamayacağım. Çünkü garip ama bu aynı zamanda izlediğim ilk Nuri Bilge Ceylan filmi oldu. Gönül isterdi ki size burada klasik bir Nuri Bilge Ceylan filmi veya Nuri Bilge Ceylan tarzından biraz farklı olmuş diyebileyim. Lakin nasip kısmet bu işler. Artık Üç Maymun'u veya başka bir Nuri Bilge Ceylan filmini izlediğim zaman size kendisinden uzun uzun bahsederim.

Film Cannes Film Festivali adına Jüri Özel Ödülü'nün sahibi oldu bu sene. Kısacası Nuri Bilge Ceylan, Avrupa Sineması adına kariyerine altın bir iz daha bıraktı. Türk Sineması'nın tanıtımı adına neler yaptığından bahsetmeye gerek bile yok artık. Çok fazla şey başardığını düşünüyorum ve eminim bir gün çok daha iyi noktalara gelecek. Ayrıca Bir Zamanlar Anadolu'da filmi, Türkiye'nin bu sene Oscar'a aday adayı olan filmi olarak seçildi. Artık aday olup bir ilki başarır mı bilemiyorum. Umarım olur öyle güzel bir şey. 

Filmin yönetmenliğini yapan Nuri Bilge Ceylan aynı zamanda filmin senaristi. Ebru Ceylan ve Ercan Kesal senaryonun diğer iki parçası. Oyuncu kadrosu ise Taner Birsel, Yılmaz Erdoğan, Muhammet Uzuner, Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış gibi önemli isimlerden oluşuyor. Film Türkiye - Bosna Hersek ortak yapımı. 

Kırıkkale'nin Keskin ilçesinde geçiyor olay. Bir suç üzerinden devam eden ve bir günlük süreyi kapsayan bir hikâye. Kenan(Fırat Tanış) birini öldürüp boş bir araziye gömmüştür. Komiser Naci(Yılmaz Erdoğan), Savcı Nusret(Taner Birsel), Doktor Cemal(Muhammet Uzuner)'in de aralarında olduğu bir polis ekibi ve jandarmayla beraber olay yerini bulmaya çalışan insanların bir gecelik hikâyelerini ve geçmişten gelen olaylarla harmanlanmış daha farklı hikâyeleri anlatıyor film. Bu ekibin içinde yer alan jandarma, polis, savcı, doktor, şoför, muhtar kısacası herkes ayrı bir renk olmuş. 

Benim düşüncelerime gelirsek, filmi - her ne kadar ikinci perdede tempodan biraz sıkılsam bile - çok beğendiğimi söyleyebilirim. Diyalogların ve oyunculukların üstünde şaha kalkmış film. Sırıtan tek bir oyunculuk bile yok. Yorumlarda genel olarak Muhtar rolünü oynayan ve aynı zamanda senaristlerden biri olan Ercan Kesal ve Yılmaz Erdoğan'ın oyunculuklarından özellikle bahsedilse de kendi adıma en çok Ahmet Mümtaz Taylan'ı beğendim. Onun dışında Taner Birsel de filmin sonuna doğru aşmış adeta diye düşünüyorum. Spoiler vermemek adına çok ayrıntıya girmeyeceğim ama otopsi için haber beklerken doktorla, doktorun odasında sohbet ettikleri sahneye dikkat edin diyorum. Özellikle ilk perdede yer alan diyalogların tadına doyum olmuyor. İzlerken fark edeceksiniz zaten. 

Gözüme çarpan birkaç ayrıntı oldu filmde. Bunlardan bir tanesi şöyle: emin olmak için tekrar izlemek lazım ama filmin hemen başında Yılmaz Erdoğan'ın telefonu çalıyor ve eşi arıyor. Yılmaz Erdoğan'ın telefonu henüz polifonik bile olmayan eski bir model cep telefonu ama zil sesi sanki o telefondan daha üst modellere ait bir tondu. Çok önemli değil belki ama dikkatimi çeken ayrıntılardan biriydi ve eğer böyle bir şey varsa filmi yapan insanlar telefonun gerçek zil tonunu neden kullanmazlar bilmiyorum. Dediğim gibi emin olmak için filmi tekrar seyretmek lazım. Bir diğer konu ise filmde Taner Birsel'in Clark Gable'a benzerliğiyle alakalı bir sohbet geçiyor ve ben açıkçası gerçekte benziyor mu yoksa benzemiyor mu karar veremedim bir türlü ama sanırım çok fazla benzemiyor. 

Filmle ilgili olarak, Türk Sineması'nın en başarılı filmi, en iyi filmi gibi yorumları sık sık duydum izlemeden önce. Bu biraz fazla olmuş bence. Evet güzel bir film, başarılı bir film, senaryonun ve oyunculukların çok iyi olduğu bir film. Ama bunlara karşılık en iyi film demek biraz haksızlık. Çok iyi filmler izledik bugüne kadar ve Bir Zamanlar Anadolu'da birçoğundan daha başarılı değildi. Eminim kişiden kişiye beğeni çok değişir film için. En iyisi hâlâ izlemediyseniz zaman kaybetmeden izleyin ve kendi fikriniz olsun film için. İyi seyirler... 

10 Ekim 2011 Pazartesi

Children of Men


















Children of Men, 2006 yılında yapılmış bir bilim kurgu filmi. IMDB'de TOP 250 listesinin içinde yer alıyor. Uzun zamandır izlemek istediğim filmlerin içinde yer alıyordu. Birkaç saat önce filmi izledim ve bilim kurgu filmlerinden çok haz etmememe rağmen Children of Men'i oldukça beğendiğimi söyleyebilirim. 

Filmin yönetmenliğini Meksikalı yönetmen Alfonso Cuarôn yapmış. Film için başrol isimleri Clive Owen, Michael Caine, Julianne Moore gibi oldukça ilgi çekici ve merak uyandırıcı bir listeden oluşuyor. Film üç dalda Oscar'a aday olmuş. Her ne kadar heykelcik kazanamamış olsa da o yılın en çok dikkat çeken filmlerinden biri olmayı başarmış durumda. Senaryo kısmında da Alfonso Cuarôn'un ismini görüyoruz. Görüntü yönetmeninin ise alnından öpüyorum buradan. Kesinlikle gördüklerim arasında en iyi görüntülere sahip filmlerdendi. 

Filmin konusu ise 2027'nin Londra'sında geçiyor. Her yerde savaş vardır ve artık dünya tükenme noktasındadır. Mülteciler, askerler, halk yani kısacası herkes savaş hâlindedir. Şehirler yıkılmış, her şey ve her yer yerle bir olmuştur. Bu yerle bir olmuş şehir görüntülerini izlerken Paul Auster'ın Son Şeyler Ülkesinde kitabında yer alan hikâye geldi aklıma. Bütün bunlar olurken artık doğurganlık da son bulmuştur. Son on sekiz yıldır hiç çocuk doğmamıştır. Bu dünyanın içinde Kee(Clare-Hope Ashitey) hamiledir ve doğuracağı çocuk en büyük umuttur. Bu anne adayını ve çocuğunu korumak da Theo(Clive Owen)'a düşer. 

Filmle ilgili kişisel fikirlerim ise oldukça olumlu. Daha önce belirttiğim gibi bilim kurgu filmleri çok fazla keyif vermez bana. Her ne kadar önemli istisnalar olsa da benim için, genel anlamda pek sevmem. Buna karşılık Children of Men'i sonuna kadar büyük keyifle seyrettim. Olayın içindeki bir kamerayla çekilmişcesine gerçekçi olan kamera görüntüleri, zaman boşluğu bırakılmadan kesintisiz ilerleyen çatışma görüntüleri tek kelimeyle harikaydı. Filmde anlatılan olay ister istemez "Günün birinde bunlar belki gerçek olacak" dedirtti bana. Film zaten politik ögelerle birleşik bir kurguyla ilerliyor. Birçok şeyi izleyenlerine düşündürmesi kuvvetle muhtemel ve olası. Ama son olarak üstüne bastıra bastıra söylüyorum ki filmi bu kadar iyi yapan en önemli unsur görüntü yönetmeninin başarısı. 

Henüz izlemediyseniz en kısa zamanda aradan çıkarın Children of Men'i. Özellikle bilim kurgu filmlerinden hoşlananlar için mükemmel bir seçim olacaktır. Son olarak aktarmak istediğim bir notum var: izlediğim bir çok filminden sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki Clive Owen çok yakışıklı, karizmatik ve iyi bir oyuncu. Ekrana  kesinlikle çok yakışıyor. Şimdiden iyi seyirler hepinize. 

6 Ekim 2011 Perşembe

Cirrus


















Ben müzikten çok fazla anlamam. Yani kendime göre dinlediğim şeyler, hoşuma giden ezgiler var elbet ama işin teknik kısmına pek aklım ermez. Bu blogu açtığım zaman, müzikle ilgili bir şeyler yazarım diye hiç düşünmemiştim. Ama bir süredir öyle bir şey dinliyorum ki yazmamak elde değil. Murat Menteş sayesinde tanıştım Cirrus'la. Afilifilintalar'ı okurken bir şarkısını paylaşmıştı birkaç ay önce ve tek kelimeyle mükemmeldi. 

Cirrus 'a dair çok fazla kaynak bulmak mümkün değil internette. Çünkü 1995'te Amerika Birleşik Devletleri'nde ortaya çıkıp popüler olmuş aynı isimli başka bir grup mevcut ve aramalarda genel olarak ona dair bir şeyler çıkıyor. Bunun dışında grup biraz silik kalmış. Hakkında çok fazla şey bilinmiyor ve kaynaklarda çok kısıtlı.

Bahsettiğim grup fransız. Solistlerinin ismi Nawel Ben Kraiem. Kendisi Fransız bir anne ve Tunuslu bir babadan dünyaya gelmiş. Doğum yeri ise Tunus. İki kültürden birden etkilendiğini anlamak güç değil. Çünkü müziklerinde dünyanın bu iki farklı yerine ve daha fazlasına ait ezgilere rastlamak mümkün. Solistin şarkılarında kullandığı İngilizce aksanını dinlemek ise aklında olan her düşünceyi silerek tam konsantrasyonla lezzetli bir yemeği tatmak gibi. 

Grubun 2009 yılında çıkmış tek bir albümü var. Mama Please adıyla çıkan albüm oldukça beğenilmiş(beğenilmeyecek gibi değilde adettendir söylüyoruz işte). Albümde on iki adet şarkı var. Bu şarkılarda oryantal ezgilerinin yanı sıra, rock müzik esintileri görmek mümkün. Çok güzel yapılmış bir yemeği çok güzel soslarla yemek gibi bu insanları dinlemek.

Mama Please, She Kills, Priere grubun hepsi mükemmel olan şarkılarından biraz daha dikkat çeken birkaçı. Çok uzatmaya gerek yok. Dinleyin işte en kısa zamanda. Bu arada araştırma yaparken öğrendim ki aynı isimli birde ilaç varmış. İlacı kullanmaya gerek yok. Size ilaç gibi bir grup öneriyorum. Zihninizi düşüncelerden arındırın, içecek bir şeyler alın elinize, arkanıza yaslanın ve dinleyin. Priere şarkısında "La ilahe illallah" ve "Hallelujah" derken Nawel Ben Kraiem'e bir kere daha hayran kalacaksınız. Sadece keyif almayı deneyin. Bol şans...

29 Eylül 2011 Perşembe

Karanlıktaki Adam


















Man in the Dark(Karalıktaki Adam), Paul Auster'ın 2007 yılında yazdığı bir romanı. Bu yazıyı yazmadan önce kitabı raftan alırken, merak edip saydım da New York Üçlemesi'ni tek bir kitap sayarsak okuduğum on altıncı Paul Auster romanı olmuş. Bu adama hayranım sanırım. Kimseye hayran olmadığım kadar hayranım. Hatta belki de kimsenin Paul Auster'a hayran olamayacağı kadar çok hayranım. 

Kitaba gelirsek, şimdiye kadar okuduklarımın arasında en politik Auster romanıydı. Auster kitapları genelde siyasetin olmadığı bir dünyada anlatılır ama bu kitap Irak Savaşı'na bol bol göndermeyle dolu. Kitabın ismi olan Karanlıktaki Adam'ı ilk okuduğumda "Karanlık" kelimesini mecaz anlamda kullanıldığını sanmıştım ama kitabı okuyunca anlıyorsunuz ki hem gerçek hem mecaz anlamıyla kullanılmış ve çok güzel bir seçim olmuş. 

Kitabın konusu ise şöyle: August Brill eski bir kitap eleştirmenidir. Bir kazadan sonra sakat kalmıştır. Kızı ve torunuyla yaşayan Brill, geceleri uyuyamadığı zaman aklında bir hikâye kurgular ve kendi kendine anlatır. Öyle gecelerden birinde anlattığı hikâyelerden birine ortak oluruz bu kitapta. Kendi hikâyesiyle de yoğurduğu bu olayın yanı sıra, kızı ve torunuyla ilgili birtakım anıları, eski karısını, hikâyesini okuyucuyla paylaşır. Politik göndermelerin bolca olduğunu söylemiştim. 

Benim fikirlerime gelirsek, kitabı çok beğendim diyebilirim. Klasik Auster tarzından biraz farklı olmuş. Politik ögeler içermesi, ana hikâyeyi oluşturan sürenin bir gece gibi kısa bir zaman dilimi olması, tesadüflere pek yer verilmemesi bu farkı oluşturan sebeplerden birkaçı. Kitap zaten 167 sayfa ve kısa bir süreci anlattığından hızlı akıyor. Yarım günde çerez niyetine okunabilecek türden bir kitap. Onun dışında, ana karakterin aklında oluşturduğu hikâyeye kendi hikâyesinden bir şeyler katmış olması biraz daha enteresanlaştırmış olayı. Ana karakterin torunuyla izlediği filmleri anlattığı satırlar tadına doyulmaz satırlar olmuş. Neyse spoiler olayının tadını kaçırmadan kesiyorum anlatmayı. En kısa zamanda okuyun işte. Sonuçta bir Paul Auster kitabı. Belli bir standartın altına düşebilme ihtimali var mı? 

20 Eylül 2011 Salı

Az

















Öneri ile alıp okuduğum kitaplardan bir tanesi Az. Hakan Günday'ın daha önce herhangi bir kitabını okumamıştım. Hatta birkaç ay öncesine kadar adını bile duymadığım yazarlardan biriydi. Son dönemde gerek bloglarda okuduğum gerekse etrafımdan duyduğum kadarıyla okumam gerektiğini düşündürmüştü bana. Ben de alıp okudum ve uzun bir süreçten sonra bugün bitirebildim kitabı. Fikrimce, kitap vasattan biraz daha iyi. Kitabı kişiler için özel yapan sebepleri anlamak güç değil. Ama açıkçası ben kitaptan beklediğimi alamadım. Başlamadan önce beklentilerimin yüksek olmasının bunda etkisi büyük. 

Biraz Hakan Günday'dan bahsedelim. Günday, 1976 Rodos doğumlu. İlk öğrenimini Brüksel'de tamamlamış. Liseyi, Ankara Tevfik Fikret Lisesinde bitiren Günday, üniversite için Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransızca Mütercim Tercümanlık Bölümüne kayıt yaptırmış. Ertesi yıl yine Brüksel'de Siyasi Bilimler okumaya başlayan yazar, daha sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesine kayıt yaptırmış. İlk kitabı Kinyas ve Kayra'yı 2000 yılında okuyucusuyla buluşturan Hakan Günday, daha ilk kitabıyla kendi okur kitlesini yaratmış. 

Az, yeni bir kitap. 2011 yılı itibarı ile okuyuculara merhaba demiş. Kitap iki ana bölümden oluşuyor. Bu bölümlerde iki farklı ana karakterin hikayeleri anlatıyor. İlk bölümde bir tarikat şeyhinin kızıyla zorla evlendirilen Derdâ'dan bahsediliyor. Derdâ, zorla evlendirildikten sonra Londra'ya götürülür ve hikâyesi orada gelişir. İkinci bölümde ise, babası hapiste olan bir mezarlık çocuğu Derda'dan bahsediliyor. Derda bir mezarlık çocuğudur ve bir ailesi bile yoktur. Bu iki küçük çocuğun ortak yanı ise, hayata dair her tür şiddete maruz kalmış olmaları. Hayatın birçok ayrıntısında dibe vuran bu iki çocuk yoğrulur, büyür ve farkında olmadan birbirlerine hazırlanır. Zamanı geldiğinde ise yolları bir mezarın başında kesişir. 

Kitapla ilgili fikirlerime gelirsek, çok beğendiğimi söyleyemem. Ama vasatın üstündeydi kalitesi. Kitabın başındaki anlatım son derece güçlü ve merak uyandırıcıydı. İlk bölümler itibarı ile daha iyi bir çizgide ilerleyen kitap ortalarda oldukça güç kaybetmiş diye düşünüyorum. Olayın düğümünün çözüldüğü son sayfalara kadar belli yerlerde sıkıldığımı bile söyleyebilirim. Bir Paul Auster hayranı olduğumu düşünürsek, kitapla ilgili konuştuğum arkadaşlarımın bir kısmının anlata anlata bitiremediği kitaba ait tesadüfler beni çok etkilemedi diyebilirim. Nasıl derler bilmiyorum ama, biz tesadüflerin kralını Paul Auster'da zaten görmüştük desem yeridir. O yüzden olayın düğümünün çözülme şeklinden ziyade kitabı benim için iyi yapan farklı sebeplerden bahsedebilirim. Mesela Oğuz Atay ve Tutunamayanlar'a çok başarılı bir saygı duruşu olmuş. Hakan Günday muhtemelen iyi bir Oğuz Atay hayranı. Tutunamayanlar'ın etkisinden henüz kurtulamadığım şu günlerde bu kitabı okuyunca daha farklı bir keyifle o sayfalarda ilerledim diyebilirim. Onun dışında, özellikle kitabın ilk sayfalarında, anlatım çok güçlü ve merak uyandırıcı. Tarikat şeyhinin kızıyla evlendirilen Derdâ'nın hikâyesini daha kitabın içine girerek okudum. Kitabın bazı noktalarında cidden çok etkilenebilirsiniz, özellikle de ilk bölümde. Aktarmam gereken son bir not daha var. Arka kapakta kitabın içinden bir pasaj var. Kitabın hikâyesinden ayrı bir pasaj. Kitabın ismi olan Az'ın nereden türediğini görebilirsiniz bu pasajda. Kesinlikle çok etkileyici olmuş. Gördüklerimin içinde en iyilerinden biri diyebilirim.

Az güzel bir kitap. Kitap ilk başlardaki gücünü sonuna kadar devam ettirebilse mükemmele ulaşabilirdi diye düşünüyorum. Kesinlikle okumaya değer. Beni çok fazla etkilemese bile birçok kişi için çok iyi bir kitap olduğuna eminim. Kısa zamanda edinip okumanız dileğiyle.

18 Eylül 2011 Pazar

Siyah Beyaz


















IMDB'de dolaşırken 2010 yılında yapılmış Siyah Beyaz adlı bu film çarptı gözüme. Oyuncu kadrosu ve yapım yılına bakınca nasıl gözden kaçırmışım hayret ettim. Bu film sinemalarda oynadı mı, eğer oynadıysa ne kadar süre vizyonda kaldı bilmiyorum. Buna dair herhangi bir yazı okumadım. Dün edindiğim filmi bugün itibarı ile zaman kaybetmeden oturup izledim. Film yaklaşık doksan dakika sürüyor. Yine bir Ankara hikâyesi. Bu sıralar Ankara ne kadar da gündemde diye düşünmeden edemedim. Zorla sevdirirler insana bu şehri. İşin sohbeti bir yana filmle ilgili notları ve izlenimlerimi vakit kaybetmeden aktarayım. 

Siyah Beyaz filmde bulunan barın adı. Filmde de bu mekan ana tema olarak kullanılmış. Filmde yer alan bu bar, gerçekte de varmış ve Ankara'nın en eski barlarından biriymiş. Gidip görmek hiç nasip olmadı. İşin aslı adını bile ilk defa bu filmle duydum. Aynı zamanda sergi salonu olarak kullanılan bu mekânın konsepti tıpkı filmde olduğu gibi duvarda asılı olan fotoğraflarla oluşturulmuş. Genel olarak 40-50 yaş civarı insanların takıldığına ve filmden sonra fiyatların arttırıldığına dair bir şeyler de okudum. Ne kadar doğru bilemiyorum. 

Filmin yönetmenliğini Ahmet Boyacıoğlu yapmış. Senaryo kısmını da halleden Boyacıoğlu'nun ilk uzun metrajlı film denemesi Siyah Beyaz. Aslında bir doktor olan Ahmet Boyacıoğlu, film eleştirmenliği ve Ankara Sinema Derneği başkanlığı ile uğraşmış. Bu görevlere hâlâ devam ediyor mu bilmiyorum. IMDB'ye göre daha önceden hayata geçmiş tek projesi 2001 yılında yapılan Funeral isimli kısa filmi. 

Film, hemen her gece Siyah Beyaz adlı bara takılan dört arkadaş ve bu barın sahibi olan kişiyle beraber oluşan beş kişilik bir gruptan bahsediyor. Bu rollerden İhtiyar lakaplı Ahmet Nihat'a Tuncel Kurtiz hayat veriyor.  Doktor rolünde Nejat İşler, Muzaffer rolünde Erkan Can, Ayten rolünde de Şevval Sam'ı görüyoruz. Barın sahibi olan Faruk ise zincirin son halkası ve bu rolü de Taner Birsel canlandırıyor. Bu beş ana karakterin etrafında dönen filmde, yan rollerde Derya Alabora ve Rıza Sönmez isimlerini görmek mümkün. Derya Alabora, Muzaffer'in yıllar sonra karşılaştığı eski aşkı Nilgün'ü canlandırırken, Rıza Sönmez de Siyah Beyaz'ın barmenini oynuyor.

İsimleri okuyup, kadroyu okuyunca anlayacağınız üzere, filmin oyuncu kadrosu oldukça güçlü. Nasıl gözden kaçırmışım bu filmi anlamadım. Arada kaynamış olmalı. Başrolleri paylaşan bu isimler içinde belli performanslar öne çıkmış olsa da hiç kimsenin sırıttığını düşünmüyorum. Roller için oyuncu seçimi çok iyi yapılmış. Şevval Sam biraz zayıf kalmış olsa bile, bu kadar güçlü oyunculukların yanında belirli bir çizgi yakalamış. Özellikle barmen rolünde ki Rıza Sönmez'i izlerken, sen oyuncu değil de barmen olmalıymışsın arkadaşım diye düşündüm. Rıza Sönmez'i tanımayan akranlarım, Çılgın Bediş'i izlemişlerse Savaş karakterini çok net hatırlayacaklardır. 

Filmi izlerken Derya Alabora'yı biraz daha görsek daha iyi olurdu sanki diye düşünmedim değil. Sanki o ekibin içine rahatlıkla adapte edilebilirmiş. Film zaten oyunculuklar üzerine kurulu. Hani filmden ziyade her bir oyuncuyu ayrı ayrı tek kişilik şov yaparken izliyormuş hissine kapıldım ister istemez.

Senaryoya gelirsek, bununla ilgili aktarılacak çok fazla şey yok. Yukarıda belirttiğim gibi, birlikte takılan, içki içen ve güzel sohbet eden beş arkadaşı izliyorsunuz. Bu arkadaşları birleştiren ortak nokta ise Siyah Beyaz isimli Faruk'un sahibi olduğu mekân. Mekân filmin ana teması konumunda ve konsepti olan fotoğraflar üzerine de oldukça güzel diyaloglar dinleyebilirsiniz. Bu insanlar birbirleriyle her gün aynı yerde yalnızlıklarını paylaşırlar, kağıt oynarlar, içerler... Filmde kanser hastalığı üzerine birkaç etkileyici yer görmeniz de mümkün oluyor. Bazı şeyleri ister istemez düşünüyorsunuz. 

Mekân seçimleri de başarılı olmuş. Zaten ana mekân olarak kullanılan Siyah Beyaz isimli bar oldukça keyifli bir yer. Bir ara gidip görmek lazım diye düşünüyorum. Onun dışında doktorun tek başına gittiği Zonguldak'taki çay bahçesi de görülmeye değer.

Filmle ilgili fikirlerime gelirsek, kadronun hatırına izlemek lazım elbette. Ama sanki o mekân ve o kadroya karşılık senaryo biraz hafif  kalmış. Daha iyi bir senaryo ve daha iyi müziklerle film daha iyi hâle getirilemez miydi diye düşündüm uzun uzun. Oyunculuklar çok iyi. Tuncel Kurtiz, Erkan Can, Derya Alabora gibi isimlerin olduğu yerde oyunculuktan bahsetmeye çok fazla gerek yok zaten. Okuduğum yorumlara da paralel olarak söyleyebilirim ki ne olduğunu çok fazla idrak edemedim ama filmde bir şeyler eksik sanki. Aceleye gelip tuzu unutulmuş bir yemek kıvamında olmuş biraz. Senaryonun güçsüzlüğünden ötürü, vasattan biraz daha iyi bir film olmuş diyebilirim. En iyisi siz de oturup izleyin. En azından bu kadronun hatırına...

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Before Sunrise - Before Sunset



Her zaman derim, eğer film gündüz izlenecekse en iyi seçim her zaman gençlik filmleri ya da romantik olanlardır. Bugün, gündüz boşluğumdan yararlanıp, birbirinin devamı niteliğinde olan Before Sunrise ve Before Sunset'i seyrettim. Bu tarz romantik, aşk filmlerinden oldum olası pek haz etmememe rağmen iki filmi de çok beğendiğimi belirteyim. Daha önce tavsiye üzerine seyrettiğim The Notebook ve P.S. I Love You gibi facialardan sonra günün birinde bu kadar beğeneceğim bir romantizm temalı film izleyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Her ne kadar My Blueberry Nights favorilerimden biri olsa bile, Notting Hill gibi beğendiğim filmler karşıma çıkmış olsa bile çok fazla umudum yoktu. Sonuç olarak bu iki film bana ilaç gibi geldi desem yeridir. 

Before Sunrise 1995, Before Sunset ise 2004 yılında çekilmiş birbirinin devamı niteliğinde olan iki film. Filmde yer alan hikâyelerde bu zaman sürecinde ki boşluklar dikkate alınarak çekilmiş. Yani kısacası dokuz yıl arayla devam eden bir hikâye diyebiliriz. Filmlerin yönetmeni ve oyuncuları aynı. İki filmin de yönetmenliğini yapan Richard Linklater aynı zamanda senaryoyu kaleme alan iki isimden birisi. Diğer isim ise Kim Krizan. Esas oğlan rolünde Ethan Hawke oynarken, esas kızımız ise Julie Delpy tarafından canlandırılmış. 

Konuya gelince, olaylar bir tren yolculuğu esnasında başlıyor. Bir çiftin kavga etmesi üzerine yerini değiştirerek arkada bulunan boş koltuklardan birine geçen Celine(Julie Delpy), bu çiftin kavgası üzerine bir diyalog ile Jesse(Ethan Hawke) ile tanışır. Celine, Paris'te yaşamakta olup trenle evine dönmektedir. Jesse ise sabah Viyana'dan kalkan uçakla ülkesi Amerika'ya dönmek zorundadır. Yemek vagonunda sohbet ederken birbirlerinden etkilenirler ve Jesse, bu güzel fransız kızdan Viyana'da inerek sabaha kadar kendisiyle birlikte vakit geçirmesini ister. Bunu kabul eden esas kız trenden iner ve daha önce hiç gelmedikleri bu şehirde sabaha kadar eğlenceli vakit geçirirler. Sabah Jesse'nin uçağı kalkacak ve rüya bitecektir. Filmin Before Sunrise(Gün Doğmadan) ismini buradan aldığını anlamak güç değil. Fakat aralarında bir anlaşma yaparlar. Birbirleriyle haberleşmeyecekler ve o gece yaşandığı gibi kalacaktır. Tam bu noktada küçük bir anlaşma daha yaparlar ama onu izlemek üzere size bırakıyorum. 

Before Sunset'te ise Jesse bu hikâyeyi bir roman haline getirmiştir ve ünlü bir yazar olarak Paris'e imza gününe gider. Tahmin edilebileceği gibi Celine oradadır ve dokuz yıl sonra ikinci bir şans elde eden bu ikiliyi bu sefer bekleyen tehlike ise Jesse'nin akşam kalkacak uçağıdır. Before Sunset(Gün Batmadan) ismi de buradan geliyor. İkinci buluşma biraz farklıdır tabi. Bu sefer geride yaşanmış -kısa da olsa- bir hikâye ve dokuz yılın getirdiği değişiklikler vardır. Jesse evli ve bir çocuk babasıyken, Celine uzun süreli iyi giden bir ilişkiye sahiptir. Dış görünüşte yer alan farkların ise gerçek hayata paralel olması çok güzel olmuş. 

Filmle ilgili notlarıma gelirsek, öncelikle Ethan Hawke ve Julie Delpy'nin bu rollere inanılmaz derecede yakıştığını söylemem gerek. İlk filmden sonra ikinci filmin senaryosunda da emekleri olan bu ikili, o seneki Akademi Ödülleri Töreni'nde En İyi Senaryo dalında ortak olarak aday gösterilmişler. Bir diğer önemli not ise, ikinci filmde zaman atlaması yok. Film seksen dakika kadar sürüyor ve bu aynı zamanda seksen dakikalık kesintisiz bir hikâye olmuş. Bu süre boyunca muhabbet eden bu çiftin her muhabbetine ister istemez ortak oluyorsunuz ve kesinlikle çok başarılı olmuş. Genellikle devam filmleri başarısız olur. Çok nadiren daha başarılı olanlara tanık oluruz. The Dark Knight buna verilebilecek iyi bir örnek olabilir. Bu iki film için aynı çizgide kalmayı çok iyi bir şekilde başarmış diyebiliriz. IMDB'de aldıkları puanların da eşit olduğunu görünce aklıma "Acaba iki filmi oylayan kişiler aynı mı?" diye bir fikir gelmedi değil. Böyle bir şey mümkün değil tabi ama oylama sayısı birbirine yakın ve ben çok büyük bir çoğunluğun bu şekilde oylama yaptığına eminim. Unutmadan söyleyeyim, iki filmi mutlaka arka arkaya izlemek gerekiyor. Aralarında hiç boşluk bırakmadan izlemeniz en önemli tavsiyem. 

İki filmi de çok beğendiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Eğer izlemediyseniz en kısa zamanda izleyin. Diyaloglar üzerine gelişen bu sıcacık birliktelikte, kadın erkek ilişkilerine dair çok güzel sohbetlere tanık olacaksınız. Mekânlar ise tek kelimeyle mükemmel seçilmiş. Tek bir gecede neler yaşanabileceğine, bir gecenin bile bir birlikteliği nasıl unutulmaz kılacağına belki inanmayacaksınız. Yaptıkları sohbetleri görünce, Celine karakterinin geldiğiniz noktada yanınızda görmek isteyeceğiniz kız olabileceğini bile düşünebilirsiniz belki. Sadece o karakter bile beni bu kadar etkilemiş olabilir mi? Neden olmasın...

28 Ağustos 2011 Pazar

Dublörün Dilemması


















Son zamanlarda aktif şekilde takip ettiğim sitelerden bir tanesi afilifilintalar. En aktif yazarlarından biri olan Murat Menteş'in yazılarını da bir süredir ilgiyle okuyorum. Şair olan Menteş'in iki adet de romanı bulunuyor. Bunlardan bir tanesi Dublörün Dilemması. Kitabı bana alıp hediye olarak gönderen canım kuzenim Umay Özçelik'e teşekkürü  borç bilirim.

Dilemma aslen ingilizce bir kelime. Türkçe karşılığı ikilem demek. Bundan ötürü Dublörün Dilemması ilgi çekici bir isim olmuş diyebiliriz. Kitabın kapağı da kesinlikle çok başarılı. Kitap hakkında hiç bir bilginiz olmadan sadece rafta bile görseniz ister istemez ilginizi çekecektir. Hemen belirteyim, bugüne kadar kaba bir hesapla iki yüz civarı kitap okudum. Bunların içinde açık ara en enteresanı Dublörün Dilemması'ydı. Sebeplerini hemen paylaşıyorum. 

Bazı filmler ve kitaplar olur. Bir hobi halinde devamlı olarak izleyenler ve okuyanlar bilir ki izledikleri ve okuduklarından bazıları karambole denk gelir ve pek bir şey anlamazlar. Benim bir alışkanlığım vardır, okuduğum kitabı bir daha okumam(bugüne kadar birden fazla kez okuduğum hiçbir kitap olmadı). İzlediğim filmlerden ise sayılı filmleri tekrar izlerim. Ya filmi çok beğenmişimdir ya da dediğim gibi şu karambol anına denk gelenlerin tekrar üstünden geçmişimdir. Dublörün Dilemması'nı okuduğum şu son birkaç günde ki zaman aralığı oldukça rahat bir boşluk olmasına rağmen sanki kitap karambole geldi ve ben açıkçası çok fazla bir şey anlamadım okuduğumdan. Bunun dışında kitap oldukça eğlenceli, sürükleyici ve lezzetliydi. Kitaba kendimi kaptırarak ve sindirerek okumama rağmen pek çok şeyin boşlukta kalması, olayı enteresanlaştıran bir diğer ayrıntı. 

Kitabı keyifli kılan çok fazla ayrıntı var. Spoiler vermemek adına -kesinlikle hiçbir spoiler okumadan okunması gerekiyor bence- bunlardan uzun uzun bahsetmeyeceğim ama kitaptan bir şey anlamasanız bile diyaloglar, isimler, kullanılan dil sizi oldukça eğlendirecektir. Bazı yerleri okurken istemsiz olarak yüzünüzde bir tebessüm oluşacağına emin olabilirsiniz. Kitabın bölümlerinin başında bir yerlerden alıntı olarak okuyacağınız çok güzel sözler mevcut. Bunların kitaba extra puan kattığını söyleyebilirim. 

Dublörün Dilemması'nı okurken buram buram Chuck Palahniuk kokusu aldım. Sanki bir Palahniuk kitabı okuyordum ve bu hikâye neden bir film olmasın diye uzun uzun düşündüm. İnternette okuduğum birkaç yazıya bakılırsa film projesi olarak birkaç defa düşünülmüş ama sonra bu projeler rafa kaldırılmış. İyi bir yönetmenin elinde işlenirse Fight Club etkisi yaratabileceğini düşündüm ister istemez. O kadar başarılı bir proje olabilir mi bilemiyorum ama çok iyi bir şeyler çıkartılabilecek malzeme mevcut sanki kitapta. Murat Menteş kesinlikle gündemde olup okunması gereken bir yazar. Afilifilintalar'dan takip ettiğim kadarıyla da bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Tanıtımını sağlayacak iyi bir projeyle bence insanlara tanıtılmalı ve daha çok okunmalı. Bu benim şahsi fikrim tabi. 

Bir önceki, Tutunamayanlar yazımda o kitabı da tekrar okumam gerektiğini belirtmiştim. Sanırım ikinci turu atmam gereken kitapların sayısı günden güne artıyor. Elimde olan birkaç kitabı bitirdikten sonra (Murat Menteş'in Korkma Ben Varım isimli diğer romanı da bunların içinde) bir yerlerden eserse tekrar okumak istediğim kitaplar var. Dublörün Dilemması da tekrar okumam gereken kitaplardan bir tanesi. 

Her ne kadar çok sindiremesem bile kesinlikle okumanız için önerebilirim Dublörün Dilemması'nı. Bu bile kitabı yeterince enteresan kılan bir sebep değil mi?

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Tutunamayanlar























Ve sonunda başardım. En fazla merak ettiğim ve aklımda çok fazla soru işaretiyle yer eden bu kült kitabı aldım ve okudum. Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ından bahsediyorum. Bu kitapla ilgili duyduğum uç noktalarda iki yorum vardı. Pek çok kişinin ya başucu kitabıydı ya da okuyanların daha başında elinden bıraktığı bir kitaptı. Ben kitapları orijinal alırım ve orijinal olmasının dışında, standardın biraz daha üstünde pahalı bir kitap Tutunamayanlar. Dolayısıyla o kadar para verdikten sonra "Acaba kitabı yarım bırakır mıyım?" diye çok uzun süre düşündüm. Bunun yanı sıra kitabın oldukça uzun olması, ağır bir dille anlatılmış olması gibi sebepler düşündürücü diğer faktörlerdi. Son birkaç ay içinde gerek yazılanlar, gerek söylenenlerle oldukça göz önünde olan Tutunamayanlar'ı geçtiğimiz hafta aldım ve okudum. Bugünlerde, Facebook'ta bile "Olric" kelimesini bol bol okuyor olmanız, kitabın son dönem popülaritesi hakkında size iyi kötü bir fikir verecektir. Daha geriye gidersek, yani benim merakımın başladığı yere, bir kitabı merak etmek için biraz farklı bir hikâyeden söz edebilirim size. Bundan yıllar önce televizyonda "Kim 500 Milyar İster" isimli bir yarışma programı vardı. Eminim hepiniz hatırlarsınız. Bugünlerde, formatı biraz değiştirilmiş bir şekilde tekrar televizyonlarda yayınlanıyor. Programa çıkan bir yarışmacı 250 milyarlık soruya cevap vermiş ve yanlış cevapla 16 milyara razı olmuştu. Daha sonra yarışmacı, sunucunun kendisini yanlış yönlendirdiğine dair dava açmış, mahkemeyi kazanmış ve sadece o yarışmacıya özel bir program yıllar sonra tekrar yapılmıştı. Seyirci yok, başka yarışmacılar yok. Yanlış hatırlamıyorsam o günlerde yarışmada son bulmuş ve televizyonda gösterilmiyordu. Sadece sunucu, yarışmacı ve 250 milyarlık bir soru. Soru, Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar adlı eserinde yer alan karakterlerden birini soruyordu ve cevaplarda Selim Işık seçeneği mevcuttu. Yarışmacı doğru cevabın Selim Işık olduğunu bildiğini fakat mahkeme sürecinde çok yıprandığı için bu soruya cevap vermeyerek elinde olan ödülü alıp çekilmek istediğini söylemişti. Cevapta Selim Işık'tı (Yarışmaya dair anılarımın net olduğunu düşünüyorum ama eğer ufak tefek detaylarda hata yaptıysam özür dilerim). İşte benim Tutunamayanlar merakım o günlerden gelir. Her ne şekilde olursa olsun, beğeneyim ya da beğenmeyeyim, bu kitabı nihayet okumuş olmak bile benim için mutluluk verici. Hiçbir şey için değilse bile, merakımı giderdiğim için bile değer diye düşünüyorum. Yazının devamı için, şimdiye kadar yazdığım yazılar içinde en çok araştırmayı yaptığım ve en çok içime sinecek yazı olacağına emin olabilirsiniz. Çok uzun bir süre de öyle kalabilir. Vakit kaybetmeden başlıyorum anlatmaya. 

Daha önce de belirttiğim gibi kitap Oğuz Atay tarafından yazılmış. Oğuz Atay'la alakalı bir şeyler okuyabileceğiniz pek çok yerde -kitabın arka kapağı dâhil- Oğuz Atay'ın kısa biyografisiyle karşılaşmanız mümkün. Bunda mühendislik eğitimi almış olmasının  çok büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Mühendislik eğitimi almış, üstelik zor ve iyi bir okulda mühendislik eğitimi almış birinin Türk Edebiyatı'na yön veren bir roman yazması kulağa oldukça ilgi çekici geliyor. Ben de kısaca Oğuz Atay'ın biyografisinden biraz bahsedeyim. 1934'te İnebolu'da doğan Atay, önce Ankara Maarif Kolejini sonra da İTÜ İnşaat Fakültesini bitirmiş. İstanbul Devlet Mimar Mühendis Akademisinde bir süre öğretim üyesi olarak çalışan Oğuz Atay'ın hayatı için, Tutunamayanlar bir dönüm noktası olmuş desek yanlış olmaz . İlk romanı olan Tutunamayanlar'dan sonra başka kitaplar da yazan Atay, en önemli projesi "Türkiye'nin Ruhu"nu yazamadan 13 Aralık 1977'de hayatını kaybetmiş.

Tutunamayanlar, Oğuz Atay'ın ilk romanı. Roman aynı zamanda yazarın adıyla bütünleşmiş durumda.  1970 yılında "TRT Roman Ödülü"nü kazanan bu eser pek çok kişiye göre bir başkaldırı, büyük bir yeteneğin ürünü, Türk Edebiyatı'nın dönüm noktası, Türk romanını ve romancılığını çağdaş seviyeyle aynı hizaya getiren eser diye adlandırılır. Hatta bu topraklardan çıkmış en iyi roman olduğunu savunanların sayısı da oldukça fazla. Bunların hepsi kişiden kişiye, otoriteden otoriteye değişir tabi. Sonuçta bunlardan bahsederken pek çok kişinin henüz başında elinden bırakıp bir daha kapağını bile kaldırmadığı bir kitaptan bahsediyoruz. Bunların dışında internette bir yorum okudum ki katılmamak elimde değil; "Türk Edebiyatı'nın en çok tartışılan romanı" denmiş. İşte kritik nokta bu. İyi veya kötü, tahminimce hiç bir kitap Tutunamayanlar kadar konuşulmamıştır bu ülkede. Bunun sebepleriyle ilgili fikirlerimi anlatmadan önce, doğruluğundan emin olmadığım bir hikâyeden bahsetmek istiyorum. Oğuz Atay bir mühendis olduğu için TRT Roman Ödülü yarışmasından önce jürinin kendisine ön yargıyla yaklaşıp, yazdıklarını okumayacaklarını düşünür ve Cevat Çapan'dan yardım ister. "Sadece okumalarını sağla" der. Dediğim gibi hikâyenin doğruluğuyla ilgili bir bilgim yok sadece enteresan ve paylaşmak istedim. 

İçeriği incelersek, kitabın psikolojik bir roman olduğunu anlamak zor değil. İsminden bile kendini belli ediyor zaten. Dili kesinlikle farklı. Konuyu, anlatımı beğenmeseniz bile Oğuz Atay'ın ne kadar yetenekli bir kalem olduğunu anlamak güç olmayacaktır. Mükemmel işlenmiş kelime oyunlarını rahatlıkla fark ediyorsunuz. Oldukça ağır ilerliyor kitap. Son birkaç yüz sayfasında Selim'in günlüklerinin içeriği anlatılıyor ve kısa kısa bölümlerden oluştuğu için daha akıcı bir hâle geliyor. Kitabın içinde kırk elli civarı harf sayısından oluşan kelimeler görmeniz mümkün. Birkaç sayfayı kaplayan oldukça uzun, daha önce hiçbir romanda karşılaşmamış olma ihtimalinizin yüksek olduğu cümleler görüyorsunuz. Burayı özellikle dikkatle okuyun, İletişim Yayınlarından çıkan nüshasında 460-537 sayfaları arasında yer alan kitabın 15. bölümü sadece ve sadece tek bir cümleden oluşuyor. Hatta sonda yer alan nokta hariç noktalama işareti de mevcut değil bu cümlede. Tam yetmiş yedi sayfa ve ne yalan söyleyeyim ben bu sayfalara dair şu an hiçbir şey hatırlamıyorum. 

Kitabın konusu ise şöyle: Selim Işık ve Turgut Özben iki mühendis arkadaştır. Selim bir olay üzerine intihar etmiştir. Turgut bu olayın arkasından, Selim'in intihar sebebini anlamaya çalışır. Bir yandan Selim'in intiharının üzerinde bulunan sır perdesini aralamaya çalışırken bir yandan da kendi hayatıyla ilgili birçok git gel yaşamaktadır.  Selim'in ilişkisi olan birçok insanla iletişime geçmeye çalışan Turgut, aynı zamanda kendi içinde Selim'i anlamaya çalışır. Hayatlarından ve birlikte geçirdikleri günlerden de arada kesitler okuyabileceğiniz kitapta, tam bir tutunamama hikâyesi okurken bulursunuz kendinizi. Kitapta burjuva yaşantısına inceden yapılmış derin göndermeler, toplumun ve bu toplumun içinde yer alan ebeveynlerin çocukları nasıl yanlış yönlendirdiği gibi pek çok hayatın içine dair ayrıntı bulunuyor. Yorumları okurken fark ettiğim üzere Atay'ın mizah anlayışına dair pek çok ayrıntıdan bahsedilmiş. Kitabı okurken bu ayrıntıları çok fazla sindirmiş olduğumu söyleyemem. Bu kadar uzun ve ağır bir kitabı okurken kaçırmış olduğum noktalardan biri sanırım.

Benim fikirlerime gelirsek, kitabı oldukça beğendiğimi ve oldukça kelimesini kullanırken gösterdiğim rahatlığı son iki yüz sayfadan sonra elde ettiğimi söyleyebilirim. Kitabı okurken, hemen başında sıkılıp bırakan insanları da başucu kitabı haline getirebilen insanları da çok iyi anladım. Kesinlikle sonuna kadar sabretmeniz gerektiği size en önemli tavsiyem. Kitapta öyle pasajlar var ki, tutunamayan insanlar daha iyi nasıl anlatılabilirdi bilemiyorum. Kitapta geçen Turgut'un hayalî kahramanı Olric'e ise ayrı bir parantez açmak lazım. Uzun uzun düşündüm kitabı okurken "Hangimizin hayali bir arkadaşı olmamıştır?" diye. Hangimizin ki Olric kadar etki eder hayatımıza orası ayrı konu. Turgut Özben karakterinin Olric'le diyalogları onu çoktan bir fenomen haline getirdi bile. Hatta okurken Olric'in neye benzediğini bile kafamda canlandırdım iyi kötü. Eminim kitabı okuyan birçok kişi bunu yaşamıştır. Kitapta derin derin birçok cümlenin ve pasajın altını çizdim. Kim bilir kaçırdığım daha neler var. En kısa zamanda kitap cümlelerini yazdığım defterimde altın bir yer edinecekler kendilerine. Oğuz Atay'ın bir mühendis olduğunu yazmıştım yukarıda. Kitapta anlatılan Selim ve Turgut karakterleri de birer mühendis. Oğuz Atay'ın üst düzey bir romancı olduğunu bunun yanı sıra Selim karakterinin şarkı sözleri yazdığını, günlük tuttuğunu düşünürsek, eğer benim gibi edebiyata ilgi duyan bir mühendisseniz emin olun kitaba daha farklı bir şekilde yaklaşıp daha farklı duygularla okuyacaksınız. Yeteri kadar kitabın içine girerseniz, Selim'in günlüklerini okurken benim gibi boğazınızın düğümlendiğini hissedebilirsiniz. Eğer günlük tutuyorsanız ve günün birinde sizden başka birinini o satırları okuması sizi düşündürüyorsa Tutunamayanlar 'dan sonra tekrar düşünmek zorunda kalabilirsiniz. 

Bütün bu anlattıklarımdan farklı olarak, kitabın ismininde çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Herkes böyle düşünür mü bilmiyorum ama "Tutunamayanlar" çok iyi tanımlanmış bir kelime. Aynı şeyi bir başka kitap ismi olan "Gönülçelen" için düşünmüştüm zamanında. Tek bir kelime bile oldukça etkili olabiliyor bazen. 

Aktarmak istediğim bazı notlar ise; İletişim Yayınlarından yayınlanan kitabın kapak resminde yer alan kişi Oğuz Atay ve bu resim Ara Güler tarafından çekilmiş. Bir diğer not, Oğuz Atay'ın günlükleri yayınlandıktan sonra kitapta bulunan pek çok ayrıntının yazarın hayatından kesitler olduğu anlaşılmış. Bununla ilgili olarak, Tutunamayanlar'dan önce Oğuz Atay'ın günlüklerini okumanın daha iyi olacağına dair bir öneri de aldım. Bu öneriyi dinlemedim ama belki bir gün o günlükleri okuma şansını da elde ederim. 

Kitabın başında yer alan önsöz ve açıklama yazılarıyla, kitabın sonunda yer alan Turgut Özben mektubunu da sakın ama sakın okumayı ihmal etmeyin. Ben bugüne kadar hiç bir kitabı iki veya daha fazla kez okumadım. Ama şu bir gerçek ki daha iyi sindirebilmek için Tutunamayanlar'ı tekrar okumak şart. Günün birinde buna cesaret edebilir miyim bilmiyorum. Ama en azından kısa vadede öyle bir şey yapmayacağıma eminim. 

Tutunamayanlar mükemmel bir dibe vuruş hikâyesi olmuş. İnsan bazen kendi karanlığında kaybolur ya hani, bir insanın nasıl kaybolduğuna tanıklık etme fırsatı işte size. Eminim ki bu kitap çok fazla insan için bir kırılma noktası olmuştur.  Hayat her şeye rağmen güzel elbet, yaşamaya değer orası ayrı konu. Ama bunalımlarımız, iç karanlığımız, isyanlarımız, bulamadığımız çıkış kapıları, yalnızlığımız, tutunamayışımız... Bunların hepsi bizim hayatımızın gerçeği. Kitabı bitirdikten sonra, eğer sevmişseniz yani sizi içine almışsa -ki bence bitirmeyi başarmışsanız sizi içine almış demektir- o kapağı kapattıktan sonra bir süre kendinize gelemeyeceksiniz. Düşündürecek sizi hatta belki yoracak bir süre. Söylemek isteyeceğiniz tek şey "Bat dünya bat" demek olacak.